Social Icons

.

Pages

5 Eylül 2012

Orhan Miroğlu, Yüzleşme ve Beynimizdeki Karakollar

   Sabah ilk işim Ali Bayramoğlu'nu okuyup kendisine ne kadar sıradan bir "Türk aydın" olduğunu hatırlatmak oldu. Sağolsun beni yanıltmadı. "Kürt sorununu ilkesel düzeyde önemsiyorum, ama Kürt siyasetçileri önemsemiyorum." cevabını aldım. Bu kadar zavallı bir cevap vereceğini beklemiyordum. Zaten Yıldıray Oğur'u birkaç gündür referans göstermesiyle zavallılaşma düzeyi de aşağıya çekilmişti. Aslında bu mailleşmeden sonra yine aklıma "Bugün yaşadığımız trajedinin boyutu ülkede entelektüel öfkenin eksikliğindendir."belirlemesi düştü. Aylar önce bloga en zor koşullarda ve dönemlerde yaşamalarına rağmen entelektüel sorumlulukla baskı aygıtlarına karşı duran bazı aydınların, yazarların hikayelerini derlemiştim. http://cengizchefikir.blogspot.com/2012/07/evrensel-ofkeden-yoksun-turk-aydnlarnn.html buradan okuyabilirsiniz. Böyle bir karmaşayla cebelleşirken bu defa Orhan Miroğlu olayı gündemime girdi. Twitter search'tan olayı değişik yönleriyle öğrenmeye çalıştım. Sahiden üzücü... İç karartcı bir vakıa... Kişisel hikayemden biliyorum. Siyasi iktidarların ve onların medyasının Kürt bireye ilgisi her zaman "itiraf ettirme" temelindedir. Miroğlu'nun bu gerçeği bilmemesi imkansız. İtiraf ettirdiği şeyin gerçekte yaşanıp yaşanmamasının bir önemi yok.
Mesela bir militanı dağda yakalıyorsunuz, ister onun alnının çatısına namluyu dayayıp itiraf ettirin, ister onu ikna ederek itiraf ettirin nihayetinde devlet bu "itiraf ettirme/etme" durumundan hayırlı bir sonuç çıkarmıyor. Daha fazla kan dökmek için buna ihtiyaç duyuyor. Oysa Hakikatleri Araştırma, Yüzleşme, Bir Daha Asla gibi programlarla geçmişin trajik eylemleriyle hesaplaşılabilir. Bu tip programlar bireyi ve toplumu bir suçun, bir kirli eylemin tüm sonuçları üstünden muhasebeye yöneltir. Savaş, çatışma karşısında insanı tavırlı yapar. Miroğlu Kürtler için değerliydi bir zamanlar; çünkü Kürtlerin istediği şeyi değil kendi istediği şeyi söylüyordu, yazıyordu. Kürtlerin ne istediğine kendi çapında önderlik ediyordu. Kürtler bir şey istemiyordu, Miroğlu yazıp çizip söylüyordu, Kürtler de inandırıcı buluyordu, haklı buluyordu. Miroğlu bugünlerde siyasi iktidar ve egemen akıl için değerlidir; çünkü siyasi iktidarın, egemen aklın istediği şeyi yazıyor, söylüyor. Kafasına namlu falan dayatmıyor iktidar ya da devlet. Miroğlu iktidarın isteyebileceği şeyleri idrak edebiliyor, hesaplıyor öylece eski değerini nötr hale getiriyor. Bu, özgürce yazmak değildir. Zihnen düşündüğünü,  ifade etmeyi siyasi egemen akla ipotek ettirmektir. Bu konuda duygusal yaklaşımlar anlaşılabilir, ama haklılığı sorgulanabilir. Miroğlu'nu anlamak için yakın zamanda bir ay boyunca eski PKK militanları ve yöneticilerinin yazılarını araştırıp okudum. Belki ben de kişisel hikayeme bu anlamda bir değer biçip tökezleme dönemlerimi teorize ederim diye... Ama Selim Çürükkaya'dan tutalım, Hıdır Yalçın'a, ondan Halil ATaç'a, Nizamettin Taş'a kadar onlarcasının yazılarını okudum. Vardığım sonuç koca bir hayal kırıklığı. Kişisel hikayelerinde, "Ben bu işi yapamadım, bitirdim."deseylermiş saygı duyacaktım. Evet, bu saygı duyulacak bir gerekçedir. Ama daha sonra yazdığınız köşelerde yazılarınızın tamamını Öcalan ve ekibine düşmanlık üstüne kurgularsanız, istediğiniz gerçekliği ifşa edin, bunun bir önemi yok. Bunun bu trajedinin sonlanmasına bir katkısı da olmuyor. Sözünü ettiğim isimlerin çoğu da örgütün  iç infazlarının yoğun olduğu dönemlerde çeşitli bölgelerde bir numara sorumluluk ve yetki almış. Kendilerinin doğrudan kararlarıyla işledikleri her suçu Öcalan ve ekibine mal etme eğilimi sezdim. Bunu da yaşadıkları ağır travmalara bağlıyorum. Keşke günün birinde Hakikatleri Araştırma Komisyonları kurulsa da Çürükkaya, Miroğlu, sen ben, o, bir başkası konuşsa... 
     Yılda 100 yazı yazsam bunlardan 90'nı PKK ve Öcalan'ı olumsuzlama, şeytanlaştırma işlevi görse kendime yapacağım en sağlıklı iyilik en yakın doktora ve terapiste başvurmam olacaktır. Doktora ve terapiye gitmeden atlatanlarımız var. Denenmiş yüzde yüz çalışıyor. Miroğlu'na özgürlük... 

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.