Federico Garcia Lorca 1936'nın ağustos ayında falanjist çetelerce kurşuna dizildiğinde İspanyol kılıç-haç ittifakı, tüm entelektüel öfkenin susacağını, entelektüel birikimin işe yaramayacağını hesaplıyordu muhtemelen, ama öyle olmadı; İspanyol aydınlarının bir kısmı tarihin bu önemli dönemecinde faşizmin kesinkes yenilgiye uğratılması gereken bir sistem olduğunu biliyorlardı. Miguel de Unamuno bunlardan en önemlilerindendi. Diktatör Riveara'nın baskıcı yönetimine aldırış etmediği gibi Franco'nun falanjist-faşist sistemine de boyun eğmeyecek ve bunun bedelini kimi zaman sürgünlerle kimi zaman gözaltılarla ödeyecek, sonunda öldürülecekti. Rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi faşistler tarafından,
Franco'nun "beşi bir yerde" çetesinden General Millan-Astray liderliğinde faşist baskınına uğrayacak, Rektör Unamuno'dan, İspanya kralı ve askerlerine boyun eğmesi istenecekti.
O, "Basklara ve Katalanlara ilişkin iftira ve aşağılamalar yığını içinde kişiliğime yönelik yapılan tüm saldırılara rağmen susmayacağım" diyecekti. Ev hapsine alınır ve 31 Aralık 1936 tarihinde gördüğü işkenceler sonucu hayatını kaybedecekti.
Marguerite Duras, Naziler Fransa'yı işgal ettiğinde direniş hücrelerinin hem aktif bir elemanı hem de bir yazardı. 1944 yılında eşi, biricik sevgilisi Robert Antelme toplama kamplarına gönderildi. Antelme, şans eseri bir deri bir kemik kalmış halde bulundu ve özel sağlık hizmetleriyle kurtuldu. Duras ve eşi Antelme, 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa Komünist Partisi'ne katıldılar. Partinin Cezayir siyasetinde şoven ve vatanseverci solculuğundan rahatsız oldular ve ayrıldılar. Daha sonra tarihe 121'ler Bildirgesi olarak geçen Fransa devletinin Cezayirliler üzerinde uyguladığı devlet terörünü protesto eden aydınlardan oldular. Fransa'da Sartre ve arkadaşlarının kurşuna dizilmesini isteyen liberal Fransız milliyetçilerine ve onun sol versiyonlarına karşı kesin cephe aldılar. Dachau toplama kamplarında her türlü vahşete tanık olmuş Antelme, politik öfkesinde en ufak bir geri adım atmamıştır.
Arthur Adamov, henüz bir çocukken ailesiyle Fransa'ya göçtüğünde Avrupa'nın modernite asalaklarının sırtından gelişip büyüyen faşizmden bihaber bir Ermeni çocuktu. 1936 yılında İspanya iç savaşında sol cephenin yanında yer aldı. Franco faşizminin kesin galibiyetiyle biten savaştan sonra Fransa'ya döndü. 1941 Nazi işgalinden sonra tutuklanıp toplama kamplarına gönderildi. Kamplardan şans eseri kurtuldu. Savaş sonrası tiyatro yazıları ve metinleri yazdı. 1960'taki ünlü 121'ler bildirisine aktif şekilde destek verdi. Paris'teki Cezayir yanlısı gösterilere katıldı. 1968 yılında Vietkong gerillalarını entelektüel açıdan destekledi. 1969 yılında öldüğünde dünya halkları artık bir öfkeli entelektüelden daha yoksun kalacaktı. Adamov'un, her türlü konformizme karşı aydınların haklı olandan yana oluşu üstüne fikirleri ise Avrupalı domuz liberal milliyetçilerin korkularını besleyecekti. Günümüzdeki sığ-çapsız aydınların unutturmak istediği bir kişilik olarak kalacaktı. Ailesinin sahip olduğu tüm maddi imkanları politik inançları uğuruna kaybetmeyi göze almışların kalbidir.
Türkiye'de faşist darbe tüm şiddetiyle devam ederken 1981 yılında Meksika'dan ABD'ye gitmek isteyen bir müzisyenin bu özlemini gidermesi için kendisine Amerikalı yetkililerden, "Eğer komünizme bağlanmasını 'gençlik ve delilik' olarak kabul eden bir ifade imzalarsa, tabii ki dönebilir" telkini aldı. Bunu asla kabul etmeyecektir. Conlon Nancarrow, Amerika'da doğmuş, büyümüş bir müzisyendi. Gençliğinde birçok sosyalist harekete ilgi duymuş, İspanya'da genç halk cumhuriyetini yıkmak isteyen faşistlere karşı savaşmak için Şikago'dan yola çıkmış Lincoln Taburları'nın bir üyesidir. 1936 yılından 1939'a kadar Brunete cephesinde savaşmış ve yenilgiden sonra Amerika'ya dönmüştür. Amerika'da hakkında yasadışı komünist hareket üyesi olmaktan soruşturma açıldığında bir fırsatını bulup Meksika'ya gider. Conlon, 1997 yılında yaşamını yitirdiğinde o sadece usta bir piyanocu değil aynı zamanda İspanya'da kanat çırpan bir kelebeğin dili olarak anıldı.
1937 yılında İspanya'nın Jarama bölgesindeki nehir civarında şiddetli bir savaş yaşanır. Madrid'i ele geçirmek isteyen korsan ordu ummadığı bir direnişle karşılaşır. Karşısında Lincoln Tugayı savaşçıları vardır. Bu tugayın komutanlarından biri de siyahi bir Amerika yurttaşıdır. Savaşın en amansız anında, "Yoldaşlar, buraya yani İspanya'ya faşizmi yenmeye geldik. Eğer faşizmi burada ezersek Amerika'daki ırkçılığı da Habeşistan'daki Mussolini işgalini de durdurabiliriz" der. Bahsi geçen, Oliver Law. Conlon Nancorrow'un da tabur komutanı olmuştu. Marxist yazar Christopher Caudwell de Law'ın birliğindeydi ve Jarama çarpışmasında hayatını kaybeder. 1937 yılındaki 2. Madrid savunmasında Law, yaşamını yitirir. Dünyada beyazlara komutanlık yapan ilk siyahi olarak tarihe geçer. Eduardo Galeano onu büyük bir saygıyla anar.
Tüm bu yaşantıların sahiplerinin olduğu dönemlerde belki devletlerin kurumsal baskısı daha fazlaydı. Şartlar daha acımasızdı, bedeller daha ağırdı; ama onlar yaşadıkları dönemlerde insanı var eden tüm niteliklerin arkasında oldular. Açıkçası bugün yeryüzünde bunca gelişmiş demokrasi ve söylemlere rağmen kendimizi hala güvende hissedemiyorsak uluslararası bu entelektüel öfke ve öfkelilerin yoksunluğundadır. Mesela Türk devletinin Kürdistan'daki varoluş biçimlerini sorgulamayan aydınların yaşadığı dünyada yaşamak sahiden insanı mutsuz ediyor. Bir ilçede binlerce asker polisin varlığı, bu mekanizmaların sürekli dağlarda, ovalarda, sokaklarda, okullarda, evlerde Kürt aramasını kınamak yerine son derece haklı taleplerle yola çıkmış bir hareketin siyasi, sosyal ve kültürel organizasyonlarının faaliyetlerini eleştiri konusu yapmak hem Türk hem de dünya aydınları için bir kişilik kaybıdır. Basit bir basın açıklamasını bile savaş alanına çeviren sömürgeci sistemin adını koyamayan Türk aydınları, yazarları kendi içlerinden çıkmış evrensel öfke ve entellektüalizme de düşmanlıkta sınır tanımamaktadır. Liberalinden dindarına, ondan solcusuna kadar yüzlerce Türk aydını, yazarı, köşecisi; insanı var eden, edecek niteliklere yabancılaşmış, siyasi iktidarla yan yana yürümenin keyfini ya da şantajını yaşamaktadır. (Ahmet Altan ve ekibinin konformist bir dünya için siyasi iktidara şantaj yaptığını düşünüyorum. Bunların eleştirisi, eleştirileri politik haklılık, "entelektüel sorumsuzluk"tan değil elbette. Öyle olsaydı Kürdistan'daki şiddetin yapay olanını, devleti yaşatanı, faşizmi canlı tutanı Kürt-Kürdistan ve sömürge-sömürgecilik tezleriyle açıklarlardı.) Bunların sol liberal ya da sosyal demokrat versiyonları da en az bunlar kadar güvenilmezdir. Bu güruh da şimdilerde Radikal ve çevresinde Koray Çalışkancılıkla, Ezgi Başarancılıkla hümanizmaya oynuyor. Bunların tarihsel nitelikleri atomuna kadar çözümlenmiştir. Yeniden açmayacağım ama şunu sormak isterim: Sahi tüm gürültü patırtınız Kürdistan'ın tepelerine kazınmış ayyıldızlı arazi manyaklığını garantiye almak için mi?
Franco'nun "beşi bir yerde" çetesinden General Millan-Astray liderliğinde faşist baskınına uğrayacak, Rektör Unamuno'dan, İspanya kralı ve askerlerine boyun eğmesi istenecekti.
O, "Basklara ve Katalanlara ilişkin iftira ve aşağılamalar yığını içinde kişiliğime yönelik yapılan tüm saldırılara rağmen susmayacağım" diyecekti. Ev hapsine alınır ve 31 Aralık 1936 tarihinde gördüğü işkenceler sonucu hayatını kaybedecekti.
Marguerite Duras, Naziler Fransa'yı işgal ettiğinde direniş hücrelerinin hem aktif bir elemanı hem de bir yazardı. 1944 yılında eşi, biricik sevgilisi Robert Antelme toplama kamplarına gönderildi. Antelme, şans eseri bir deri bir kemik kalmış halde bulundu ve özel sağlık hizmetleriyle kurtuldu. Duras ve eşi Antelme, 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa Komünist Partisi'ne katıldılar. Partinin Cezayir siyasetinde şoven ve vatanseverci solculuğundan rahatsız oldular ve ayrıldılar. Daha sonra tarihe 121'ler Bildirgesi olarak geçen Fransa devletinin Cezayirliler üzerinde uyguladığı devlet terörünü protesto eden aydınlardan oldular. Fransa'da Sartre ve arkadaşlarının kurşuna dizilmesini isteyen liberal Fransız milliyetçilerine ve onun sol versiyonlarına karşı kesin cephe aldılar. Dachau toplama kamplarında her türlü vahşete tanık olmuş Antelme, politik öfkesinde en ufak bir geri adım atmamıştır.
Arthur Adamov, henüz bir çocukken ailesiyle Fransa'ya göçtüğünde Avrupa'nın modernite asalaklarının sırtından gelişip büyüyen faşizmden bihaber bir Ermeni çocuktu. 1936 yılında İspanya iç savaşında sol cephenin yanında yer aldı. Franco faşizminin kesin galibiyetiyle biten savaştan sonra Fransa'ya döndü. 1941 Nazi işgalinden sonra tutuklanıp toplama kamplarına gönderildi. Kamplardan şans eseri kurtuldu. Savaş sonrası tiyatro yazıları ve metinleri yazdı. 1960'taki ünlü 121'ler bildirisine aktif şekilde destek verdi. Paris'teki Cezayir yanlısı gösterilere katıldı. 1968 yılında Vietkong gerillalarını entelektüel açıdan destekledi. 1969 yılında öldüğünde dünya halkları artık bir öfkeli entelektüelden daha yoksun kalacaktı. Adamov'un, her türlü konformizme karşı aydınların haklı olandan yana oluşu üstüne fikirleri ise Avrupalı domuz liberal milliyetçilerin korkularını besleyecekti. Günümüzdeki sığ-çapsız aydınların unutturmak istediği bir kişilik olarak kalacaktı. Ailesinin sahip olduğu tüm maddi imkanları politik inançları uğuruna kaybetmeyi göze almışların kalbidir.
Türkiye'de faşist darbe tüm şiddetiyle devam ederken 1981 yılında Meksika'dan ABD'ye gitmek isteyen bir müzisyenin bu özlemini gidermesi için kendisine Amerikalı yetkililerden, "Eğer komünizme bağlanmasını 'gençlik ve delilik' olarak kabul eden bir ifade imzalarsa, tabii ki dönebilir" telkini aldı. Bunu asla kabul etmeyecektir. Conlon Nancarrow, Amerika'da doğmuş, büyümüş bir müzisyendi. Gençliğinde birçok sosyalist harekete ilgi duymuş, İspanya'da genç halk cumhuriyetini yıkmak isteyen faşistlere karşı savaşmak için Şikago'dan yola çıkmış Lincoln Taburları'nın bir üyesidir. 1936 yılından 1939'a kadar Brunete cephesinde savaşmış ve yenilgiden sonra Amerika'ya dönmüştür. Amerika'da hakkında yasadışı komünist hareket üyesi olmaktan soruşturma açıldığında bir fırsatını bulup Meksika'ya gider. Conlon, 1997 yılında yaşamını yitirdiğinde o sadece usta bir piyanocu değil aynı zamanda İspanya'da kanat çırpan bir kelebeğin dili olarak anıldı.
1937 yılında İspanya'nın Jarama bölgesindeki nehir civarında şiddetli bir savaş yaşanır. Madrid'i ele geçirmek isteyen korsan ordu ummadığı bir direnişle karşılaşır. Karşısında Lincoln Tugayı savaşçıları vardır. Bu tugayın komutanlarından biri de siyahi bir Amerika yurttaşıdır. Savaşın en amansız anında, "Yoldaşlar, buraya yani İspanya'ya faşizmi yenmeye geldik. Eğer faşizmi burada ezersek Amerika'daki ırkçılığı da Habeşistan'daki Mussolini işgalini de durdurabiliriz" der. Bahsi geçen, Oliver Law. Conlon Nancorrow'un da tabur komutanı olmuştu. Marxist yazar Christopher Caudwell de Law'ın birliğindeydi ve Jarama çarpışmasında hayatını kaybeder. 1937 yılındaki 2. Madrid savunmasında Law, yaşamını yitirir. Dünyada beyazlara komutanlık yapan ilk siyahi olarak tarihe geçer. Eduardo Galeano onu büyük bir saygıyla anar.
Tüm bu yaşantıların sahiplerinin olduğu dönemlerde belki devletlerin kurumsal baskısı daha fazlaydı. Şartlar daha acımasızdı, bedeller daha ağırdı; ama onlar yaşadıkları dönemlerde insanı var eden tüm niteliklerin arkasında oldular. Açıkçası bugün yeryüzünde bunca gelişmiş demokrasi ve söylemlere rağmen kendimizi hala güvende hissedemiyorsak uluslararası bu entelektüel öfke ve öfkelilerin yoksunluğundadır. Mesela Türk devletinin Kürdistan'daki varoluş biçimlerini sorgulamayan aydınların yaşadığı dünyada yaşamak sahiden insanı mutsuz ediyor. Bir ilçede binlerce asker polisin varlığı, bu mekanizmaların sürekli dağlarda, ovalarda, sokaklarda, okullarda, evlerde Kürt aramasını kınamak yerine son derece haklı taleplerle yola çıkmış bir hareketin siyasi, sosyal ve kültürel organizasyonlarının faaliyetlerini eleştiri konusu yapmak hem Türk hem de dünya aydınları için bir kişilik kaybıdır. Basit bir basın açıklamasını bile savaş alanına çeviren sömürgeci sistemin adını koyamayan Türk aydınları, yazarları kendi içlerinden çıkmış evrensel öfke ve entellektüalizme de düşmanlıkta sınır tanımamaktadır. Liberalinden dindarına, ondan solcusuna kadar yüzlerce Türk aydını, yazarı, köşecisi; insanı var eden, edecek niteliklere yabancılaşmış, siyasi iktidarla yan yana yürümenin keyfini ya da şantajını yaşamaktadır. (Ahmet Altan ve ekibinin konformist bir dünya için siyasi iktidara şantaj yaptığını düşünüyorum. Bunların eleştirisi, eleştirileri politik haklılık, "entelektüel sorumsuzluk"tan değil elbette. Öyle olsaydı Kürdistan'daki şiddetin yapay olanını, devleti yaşatanı, faşizmi canlı tutanı Kürt-Kürdistan ve sömürge-sömürgecilik tezleriyle açıklarlardı.) Bunların sol liberal ya da sosyal demokrat versiyonları da en az bunlar kadar güvenilmezdir. Bu güruh da şimdilerde Radikal ve çevresinde Koray Çalışkancılıkla, Ezgi Başarancılıkla hümanizmaya oynuyor. Bunların tarihsel nitelikleri atomuna kadar çözümlenmiştir. Yeniden açmayacağım ama şunu sormak isterim: Sahi tüm gürültü patırtınız Kürdistan'ın tepelerine kazınmış ayyıldızlı arazi manyaklığını garantiye almak için mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder