14 Nisan 2013
11 Nisan 2013
Bir Savaşın Hem Mağduru Hem "Haini" Olur mu?
Bir savaş,
aynı zamanda hem mağdurunu hem de hainini ortaya çıkarabilir mi?
Çatışmacı siyasal, sosyal iklimde bu tip bir soruyu cevaplamak oldukça güç.
Çünkü çatışmanın beslediği siyasi ve sosyal coğrafyada, onun ikliminde büyümüş
kimseler için “el üstünde tutulanlarla
yer altına gömülmek istenenler”
vardır. Çoğu kavram da buna göre
şekillenmiştir, hain-kahraman,
direnişçi-itirafçı, pasif-atak gibi…
İdeolojik-politik hedefleri ve örgütsel
çatısı olan kurumsal bir oluşum genelde kahramanlara, direnişçilere, ataklara
ihtiyaç duyar. Bu anlaşılır. Bu tip oluşumlarda “kişilik kazanmak” ancak ve
ancak ömrünün sonuna kadar “bedel” ödemekle mümkündür. Gerisi kaçış,
teslimiyet, ihanet diye kodlanır. Tam da
bu noktada kaçışlar, teslimiyetler, ihanetler neden zararlıdır, sorusu önem
kazanır. Kolektif bir akılla bakıldığında her kaçış mutlaka geride kalanların
fiziki yaşamlarına, sosyal yaşantılarına, politik ve askeri sahalarına bir
miktar zarar verecektir. Kaçan ya da ayrılan öznenin içerisinde olduğu
psikolojik, siyasal, sosyal şartları önemsizdir, önemsizleştirilir. Genelde legal yapısı olan hareketler için
kaçan özneyi her türlü siyasi-sosyal ve kültürel yaşantıdan uzak tutmak bir
cezalandırma yöntemiyken illegal örgütlü hareketler temelde kişinin fiziki
yaşamına son vererek cezalandırma yoluna giderler. Örgütlü kolektif yapı, bu
kaçış ve teslimiyet durumunu ancak cezalandırmakla yükümlü görür
kendisini. Bu açıdan ayrılan öznenin
yaşadığı sıkıntılar “boş levha”
olarak görülür. Boş levha aslında savaş
örgütünden kaçmakla kendisini ayrıca cezalandırmıştır. Savaş örgütüne katılmakla,
onun açısından “ideal, erişilmez bir
yiğitlik, bir devrim için kendini feda etmeye hazır bir militan, yüksek amaçları
olan bir aydın, politik haklarını
aramaktan habersiz topluluğu kılavuzlayan bir öncü” işlevleriyle yaşamını
anlamlı kılmıştır, ama artık bu hedeflerin aktif bir öznesi olmaktan kendisini
yoksun bırakmıştır. Kaçışın, teslimiyetin gerekçesi ne olursa olsun aklına ilk
gelen “Birinin beni dinlemesi gerekir.” avunmasıdır. Eğer onu dinleyen bir eşiti yoksa muhtemelen
devletin istihbarat ve polisiye bürokrasisi için paha biçilmez bir av olur. Dizginleri
kaptırdığı an travmatik etkiler onu, o yaşına kadar ayakta tutan politik ve
moral değerleri yıkıcı biçimde sarsar ve yabancılaşmaya
iter
İtirafçılık:
Bir siyasi
pozisyon değildir. Fiziki varlığıkorumaktan öte her açıdan negatif bir tutumdur.
Bir kişinin ömrü boyunca devam ettireceği bir tutum da değildir. Daha çok
devletin bir savaşın pratik sonuçlarını yeniden yorumlama, kazanım-kayıp
istatistiğini kendi lehine çevirme gibi kısa vadeli bir güvenlik programının en
facia faaliyetidir. İtirafçı olan kişinin ruhen ve zihnen örselenme derecesine
bağlı olarak devletle olan ilişkisi boyutlanır. Fiziki yaşamayı ve cezaevinde örgüt disiplini altında olmamayı yeterli
görenler için mahkemelerle işbirliği yapmak yeterliyken, savaşın kirlilik ve acımasız düzeyine göre
konfor isteyen tipler için derin güvenlik aygıtlarıyla her türlü kirli eylemi
yapmak gibi anlamlandırılması zor bir
davranış halini alır.
Derken kişilik olarak her türlü örselenen
eski militan, bir savaşın nesnesi olma yolundaki değersizliğini kavrayacak,
travmatik sonuçlar azalacak bir manastırda
yıllanmış ruh haliyle “güvenlik papazlarına” “ Vaatlerinizden, tatlı dilinizden bıktım.” gizli tepkisiyle
daha önce kaptırdığı iki kolunu, iki bacağını kurtarma derdine düşecektir. Sonunda bir kolu, bir bacağı eksik yarım
bedenle çıkacaktır işin içinden. Bunu başaramayanlar
ise daha fazla beden, hafıza, ruh kaybına uğrayacaklardırMağduriyet kısmı ise ancak özgür tartışma koşulları oluştuğunda rahatlıkla izah edilebilir.
4 Nisan 2013
Kürtlerin Yeni Devrimci Durumu
Kürt devrimi, eskilerini
taklit ederek değil; gerçeğe, gerçek sosyo-politik koşullara sığınarak eski
devrimlerin hayaletini çağırma yerine genelde bölgesel insanlığın mevcut sorunlarını, özelde Kürdistan’da yaşanan dramatik sorunları çözmede
tamamlayıcı yol-yöntem ve yaklaşımlarla ruhunu bulmaya hizmet eden bir çizgiye
oturmak üzere.
Öcalan ve PKK de artık
günümüz devrimlerinin ruhunu geçmişin şiirsel anlatımından değil, gelecekten
alacağı gerçeğini bir anda tartışmaya başladılar. Bunun düşman cephesinin
bölgesel ittifaklarıyla, somutlaşan güç birliklerinin kuşatma, sınırlama, son
kertede Kürt devrimci cephesini geri dönülemez biçimde boğma girişimlerinin
önüne geçme pratikliğiyle de ilgisi vardır elbette. Kürt toplumu devrimin sarsıcı, ama yüzeysel
etkileri olan geleneksel radikalizmin sonuçlarını son 40 yıldır iliklerine
kadar yaşadı. Bu devrimin dönemsel sarsıntıları miadını tamamlamıştır. Kürtler bugün için başlangıç noktalarına
geri dönmüş bulunuyor. Bir farkla ki
eskisi gibi güçsüz, örgütsüz, siyasetsiz ve ordusuz değiller. Güney Kürdistan
de jure bir devletin, Batı Kürdistan de
facto bir otonominin eşiğinde, Kuzey Kürdistan siyaseten özerk bir güç
durumundadır. Gerçekte, Kürtler
kendilerine yeni bir politik devrimin başlangıç noktası yaratmak, yeni ciddi
bir ulusal, siyasal, sosyal ve ekonomik bir sıçrama yaratmanın lokal ve
evrensel koşullarını, ilişkilerini oluşturma eşiğinde bulunuyor. Önceki ulusal
kurtuluş devrimlerine karşı hiçbir komplekse girmeden kendi öz yönetimlerini
oluşturma hedefi asıl şimdi elzem bir görev olarak duruyor.
AKP ile (2002 seçimleri)
birlikte Türk sistemi, oligarşik yapıyla vedalaşmıştır. Bu durum defalarca çözümlenmiş,
değerlendirilmiştir. Türk egemenleri iç ve dış dinamikleri son derece
pragmatist yöntemlerle ve etkili kullanarak bölgesel güç olma yolunda
ilerliyor. Kemalist oligarşinin yüzyılda hayal ettiği gücü AKP ve onun sosyo
ekonomik bileşenleri 11 yıllık sürede yakaladılar. AKP, Türkler lehine bu
muazzam gücü yaratırken daha büyük bir sıçrama için mevcut anayasaya veda
etmek, silahlı Kürt hareketini tasfiye etmek gibi iki önemli hedefi henüz
gerçekleştiremedi. Aslında anayasal
devrim bir anlamda silahlı Kürt hareketinin tasfiyesi ile doğrudan bağlantılı. Ama AKP yönetiminin ya da hükümetinin
hesaba katmadığı asıl gerçeklik, Kürt silahlı hareketinin Kürt siyasi
hareketinden bağımsız düşünülemeyeceği oldu ki 2009 yılından beri geliştirdiği
askeri ve siyasi operasyonlara rağmen tasfiye hedefinin kıyısına bile varamadı.
Çok daha güçlü imkanlara ve donanıma sahip bir Kürt hareketi gerçeği ortaya
çıktı. ( Batı Kürdistan sanırım bu hesaplara hiç dahil edilmedi) Son
noktada AKP’li yeni Türk egemenlik sistemi Kürt hareketiyle uzlaşma dışında
diğer seçeneklerin herkese kaybettireceğinin de farkına vardı. Kemalist
oligarşik sisteme dönüş tehlikesi mevcut
anayasa varoldukça devam edecektir. Bu durumda AKP egemenliği Kürt hareketiyle
askeri düzeyde boğuştuğu müddetçe bir kaybeden olma durumuyla karşı karşıya. Kemalistler
açısından ise iki kaybeden olacaktır: AKP ve PKK…
Solun trajik durumu:
Tarihin bu şatafatlı
sahnesinde Türkiye sol hareketleri hala
geçmiş ölülerinin 3.sınıf teori pratiğine sarılmakta, bütün ölmüş devrimci
gelenekleri yeniden ruh çağırır gibi çağırmaktadırlar. Devrimci bunalım
çağlarında yücelmiş kişilikleri sloganlarla, ağıtlarla, ajitasyonlarla yeni bir
sosyalist-ulus devlet hedefi çerçevesinde canlandırma girişimindeler. Bu yeni
dünyada yaşadıkları ilk devrimsel deneyimler belki trajedi olarak sonuçlandı,
ama ikinci geleneksel radikalizmleri, devrimci ruh çağırma seansları artık
komedi olmaktan öteye gidememektedir. Artık birkaç kutuplu bir dünya, birkaç güç merkezli yeni bir Ortadoğu gerçeği varken içiçe geçmiş siyasi pozisyonlar
söz konusuyken ortaya çıkmış, çıkacak olan devasa devrimci dinamikleri sol, nostaljik
parti diktatörlüklerini taçlandıran klasik devrim özlemciliğiyle heba etmektedir.
Kürt siyasi hareketine birkaç eleştiri:
Öcalan ve PKK bilinçli
ya da bilinçsiz, Mela Mustafa Barzani’nin bölgesel ve küresel siyasi duruma
yönelik geliştirmiş olduğu uzun soluklu modern siyasi manevralarını birebir yaşamasına
rağmen Kürtlerin güç birliğine dair Güney Kürdistanlı günümüz siyasi güçlerini dışlayan
tutumları sanırım yeni dönemin en temel handikapı olacak Kürt siyasi hareketi
için. PKK’nin, KCK’nin, BDP’nin öteden beri Kürtlerin ulusal tarih belleklerini
oluştururken Barzani önderliğinde gelişen yüzyıllık Güney hareketine karşı bu
derece ideolojik ve politik kayıtsızlık kabul edilemez bir kaybettiren
olabilir.
PKK, Öcalan ve BDP’nin, Türkiye sol
hareketleriyle politik ilişkilerinde sürekli 1960 ve 70’lerin ulusalcı sol
teori ve pratiğe yönelik olumlayıcı tutumları ise daha geniş, daha reel bir
devrimci demokrasi cephesi için tıkaç işlevini görüyordur. PKK, Öcalan ve BDP’nin soldan alacağı öğreti varsa, geçmişi olumlayacak
bir teorik zenginlik varsa bu, 1970'lerde henüz 20’li yaşlardaki genç, biricik
Türk komünist İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm, sol, milli baskı, demokratik
halk devrimi, Kürtler ve öz yönetim tezleri olabilir ki TR solundan hala
bunları aşan bir entelektüel yok.
Sonuç: Öcalan-devlet-PKK-BDP
arasında süregelen barış görüşmelerine dair yürütülen ilişkilerin, günlük
açıklamaların tamamı teknik konulardır. Aslolan
tarihin bu yeni sayfasına eğreti kılıklarla oturmamak, tarihin bu saygı değer
imkanlarını kısa çöplerin de hizmetine sunmaktır...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
self determinasyon,öz yönetim
20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen
self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları
hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk
ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür
öz yönetimin gerekçesi
Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin
Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin
uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil,
etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Reel Politik
Osmanlı Leaks
Pages
öz yönetimin tarihi
Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları
gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.