Social Icons

.

Pages

18 Eylül 2013

Konudan konuya; Müzakere, güç, PKK, ABD, Kürt Milliyetçiliği


Müzakere sürecinde Kürt hareketi çok taviz vermedi mi?
Sürecin başından beri bunun bir müzakere olmadığını hep söylerim, yazarım. Murat Karayılan sürecin başında buna “istişare” demişti, Öcalan geçen günlerde buna “diyalog çalışması” dedi. Müzakerelerde mevcut sorunların doğru ya da yanlış değerlendirilmesiyle “çözümcü sonuca”  ulaşılmaz. Var olan sorunlar çok tartışılmış olabilir, üzerine fikir yürütülmüş olabilir. Ama asıl sonuç, çatışan tarafların mutlak ve göreceli güç durumlarının değerlendirilmesiyle sağlanır. 
Güç nedir?
Tarafların askeri varlıklarıdır, siyasi destekleridir, diplomatik başarılarıdır, konjonktürel duruma uygun aldıkları pozisyondur.  PKK açısından asıl güç, “Kürtlerin tarihsel haklılıklardır. Sömürge pozisyonlarıdır, asimilasyonun varlığıdır.” 
  PKK, Kürtleri bir sorunun çözümünde temsil eder mi? 
Ortada Kürtlerin ulusal haklarının gaspı var. Kültürel, ekonomik ve toprak gaspı… Hatta Kürt emeği gaspı… PKK ise bunları dert ederek bir direniş başlatmıştır. 1970 Türkiye’sinde programına “Kürt” yazdığı için kapatılan sol partiler dikkate alındığında PKK’nin illegal yöntemlere girişmesi ise kaçınılmaz bir tarihsel olay olarak karşımıza çıkar. Kurulduğu günden bugüne kadar bu şartlardan herhangi bir esneme ya da pozitif değişim gerçekleşmemiştir. Türk devleti ulusal hak gaspını hala devam ettiriyor. Çatışmasızlık sürecinin başlamasıyla değişebileceğine dair umutlar üretmesine rağmen bir tıkanma yaşamaktır. Nesnel sorunları kendisine dert edip Kürtlerin hakları lehine politika yapmak isteyen PKK elbette Kürtlerin nicelik olarak büyük çoğunluğunun desteğini almasa da ulusal bir temsildir ve muhatap kabul edilmelidir, edilmiştir de… Gerisi iç politik Türk masallardır. Kaldı ki PKK’nin anayasal güvenceyle ismi-emeği üstüne politika yapması sağlandığı takdirde ancak Kürtlerin sayısal olarak onu destekleyip desteklemediğini öğrenebiliriz. Mevcut iklimde bunu ölçme şansımız yok. BDP’nin genel ve yerel seçimlerden aldığı oy da bunu ölçmez, çünkü “Kürdistan”terimi bile yasak. Anadilden propaganda imkanı yok. Tüm siyasi araçlar kullanılamıyor, BDP haliyle Türk sisteminin iklimine göre siyasi çalışma yapıyor, onun anayasayla çerçevesini çizdiği şekilde ancak faaliyet yürüyor. Buna rağmen BDP yine siyasi baskı görüyor, binlerce çalışanı, yüzlerce üst düzey üyesi, onlarca belediye başkanı ve 6 milletvekili tutsak edilmiştir. Tutsak edilme koşulları ortadan kaldırıldığında anayasal güvence sağlandığında ancak o zaman Kürtleri hangi partinin temsil edeceğini görme şansımız olur. Şimdilik Kürt-Kürdistan programı olan PKK, Kürtlerin yüzde 5’nin oyunu alsa bile onların siyasi temsil iddiasını pekâlâ sürdürebilir, onlar adına masaya oturabilir. Zira ulusal sorunlar aynı zamanda sömürge ve asimilasyon toplumlarında aydınlanma, modernleşme, bilinçlenme, fikir yayma etkinliklerini de içinde barındırır. 
PKK’nin milli kimliği var mı?
Yoktur, iddiasını milliyetçi olduğunu iddia eden kimi Kürtler dillendiriyor, PKK, Kürt milliyetçisi bir harekettir, söylemini ise Kürt düşmanı Türk sağı, solu, liberal milliyetçileri, dindarları, ulusalcıları dillendiriyor.  Bu paradoksun bu şekliyle ortaya çıkması  aslında Türk egemenliğinin “tasfiye” programının ve sömürgeci amaçlarını devam ettirmesinin argümanından kaynaklıdır. PKK’nin “ulusal-milli” kurtuluş olarak kodladığı ideolojik politik hat var. Bu hattın öncüsü partidir. Partinin kaba sosyalist çizgisi koşullara esnemiş, bugün itibarıyla seçimli demokrasiyi,  çok partili otonomiyi, her türlü örgütlenme özgürlüğünden yana demokratik sosyalizm şeklinde formatlanmıştır. Bu geçiş sancılı olmasına rağmen reformisttir, gelişmelere açıktır. Partinin sosyalist kimliği çatışma dönemlerinde ulusal cephe ve ulusal ordu kurmasına engel değildir. Çatışma dönemlerinde sosyalist öncü parti cephe ve orduda bir miktar örgütlenebilir, ama tüm siyasi kanaatler bu cephede yer alır. Bu cephe liberaline de dindarına da milliyetçisine de ulusalcısına da (Kürt ulusalcısı),serbest piyasacısına da anarkosuna da hatta ırkçısına bile açıktır. Çatışma sonrası özgürlük döneminde ise zaten cepheden, öncü partiden kopuşlar olur yeni partiler demokratik biçimde yarışır. Bugün “PKK, milliyetçi değildir, o halde Kürdi değildir.” önermesi kadar gereksiz bir önerme yoktur. Bunu tartışmak siyaset tarihi, self determinasyon, ulusal tarihi,  siyaset felsefesini falan bilmemekle alakalı. “PKK milliyetçidir o halde ulusal kurtuluşçu değildir” diyen solcu cenahın akılsızlığı kadardır. Yani, demem o ki milliyetçi Kürt partisi bu derde öncülük etseydi parti milliyetçi kalırdı, cephesi, ordusu her fikirden siyasi grubu bünyesine katardı. 1970 dünyasından sonra milliyetçi Kürt partisi büyür müydü? Türkiye Kürdistan’ı koşullarında sanmıyorum, çünkü Şırnak’ın bir köyünden diğer köyüne gidilirken geçer akçe “aşiret”ti. Bu sosyal yapının parçalanıp devrimci dinamiklerinin açığa çıkması için dünyaya daha geniş daha bakan radikallere ihtiyaç vardı. Bunu milliyetçilikle başarabilecek herhangi bir Kürt lider Kürtler nezdinde Öcalan kadar itibar görür, saygı duyulurdu. 
   Güney Kürdistan’ı Amerika mı kurdu? Kürtler neden ABD’yi dert ediyor? 
Bu tartışmayı “anti emperyalizm” denen sığ, baş belası argümandan bağımsız yapmak istiyorum. Ulusal kurtuluş davalarında devletler ve küresel dünya sadece bir müttefik programı çerçevesinde değerlendirilir. Herhangi bir güce yaslanarak, ondan güç alarak düşmanımızı zayıflatabilir miyiz ya da yenebilir miyiz iddiası belirleyicidir. Tüm bunlara rağmen uluslararası sermaye güçleri ve büyük devletler nezdinde Kürtlerin, Kürdistan’ın yeri Türk-Arap ve Fars devletleriyle ilişkilerinde basit bir problemdir. Güney Kürdistan, ABD ve Batı dünyasına rağmen geç kurulmuş bir devlettir. ABD’nin, Batı’nın, Sovetlerin, BM’nin Kürdistan derdi Enfal soykırımı döneminde bile olmamıştır. Ancak ulus devletlerin kendi aralarında çatışması sonucu müttefik siyasetini iyi süzen Kürt grupları bunlardan yararlanarak özgür bir parça vatanı yaratabildiler. Uçuşa yasak bölge, 2003 Irak işgalinin sonuçlarını doğru hesaplayan, buna göre pozisyon alan Güneyli Kürt hareketleri bunu değerlendirmişlerdir. Hepsi bu… Güney Kürdistan, yüz binin üstünde insanın kırıma uğramasıyla kazanılmıştır. ABD etkisi, Batı etkisi en güçlü dış etken, en zayıf iç etkendir. Aslolan yüzyıllık bir mücadele dinamiğidir. Rojava’da durum farklı, çünkü Türk devletinin ABD ile yürüttüğü siyasi ittifak Suriye ve Rojava sorununda Kürtlerin lehine değildir. Buna rağmen dış müdahale olursa Batı Kürdistan silahlı ve siyasi gücü buna uygun pozisyon alacaktır, almalıdır. Çatışmadan kaçınarak siyasi yolları denemesi ise akılcı olur. Durduk yere ABD’yi davet etmenin de bir anlamı yok Kürtler açısından. Ama ABD ve Batı dünyası gizli ya da açık garantiler verirse çıkıp meydanlara “Yaşasın ABD, yaşasın Batı” diye bağırmaktan da utanmamak lazım. Ulusal haklar "insanlık suçları hariç her  yolla kazanılmalı" 1970 ve 1980ler dünyasında Güney Kürdistan’ı yalnız bırakan Batı'yı, bugün de BM’nin hala garantiye almadığı statüden dolayı BM’ye lanet okumak da ideolojik bir haklılıktır. Ama reel politikte "gücün varsa" Batı ile oynaşabilirsin. Bu da ayrı konu...
   Sol-Rojava-Kürt milliyetçiliği vs vs vs de sonraki yazıya kalsın. 

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.