Social Icons

.

Pages

9 Ekim 2012

Sorular… Sorular… Sorular; Olaylar… Olaylar: Chavez ve Venezuela


Chavez bir diktatör müdür? (Liberal kafa karışıklığı sorusu)
Chavez’in diktatör olduğunu gösteren herhangi bir somut bulgu yok. 1999 yılından beri seçimler sonucu 23 değişik sol partinin desteğini alan 5.Cumhuriyet Hareketi’nin lideri olarak iktidardadır. 1980’li yıllarda ordu içerisinde örgütlenerek cuntacı faaliyetlerle halk desteği alıp devrim yapma hedefi olan  (Bolivarcı Devrimci Hareket-200 (MBR-200) adlı gizli sol bir örgütün kurucusudur. Amaçları doğrultusunda oldukça gizli çalışmalar yapmıştır. 1992 yılında “Ordu-millet el ele milli demokratik devrime” diyerek dünyanın en uyduruk devrimci-komplo stratejisini hayata geçirmiştir. Sosyalizmi ya da demokrasiyi cuntayla gerçekleştireceğini sanan teorik olarak ancak haydutlukla açıklanabilecek bir darbe girişiminde bulunmuştur.  Bu girişimde başarısız olmuştur. Yarbay rütbesiyle giriştiği bu cunta faaliyetlerinden ötürü Venezuela hükümeti onu yargılayıp hapse attı. 1994 yılında ülkede iç barışı sağlamak amacıyla çıkarılan aftan yararlanarak serbest kaldı. Bu deneyimden sonra demokrasiye inandığını, demokratik yollarla iktidara gelme dışındaki tüm yöntemlerin gayrı meşru olduğunu kabul etti. Buna birçok sol çevreyi inandırdı. Nihayet Venezuela Birleşik Sosyalist Partisiyle 1998 seçimlerine katıldı. 100’de 56 gibi bir oyla iktidar oldu. 2007’de anayasanın 60 maddesini değiştirerek sosyalist inşayı yapmak arzusunda olduğunu belirttiğinde muhalefetin sert tepkisiyle karşılaştı. Değişiklikleri referanduma götürdü. Referandumda yüzde 51’e karşı yüzde 49 ile kaybetti.
Rakipleri bu zaferi kutladığında Cahvez:”Sizi tebrik ediyorum, zaferinizi doya doya kutlayınız.” olgunluğunu göstermişti. Demokratik çoğulculuktan asla taviz vermeyeceğinin garantisini de meydanlarda dillendirmiştir.
Venezuela’da siyasi iktidarın anti semitizm faaliyetleriyle ilişkisi var mıdır? Varsa ne düzeydedir?
Her ülkede olduğu gibi Venezuela’da da ulusalcı-solcu ya da milliyetçi damarın beslediği bu tip etkinlikler, söylemler mevcut. Chavez bunlara en uzak biri. Papa’nın 2007’de, “Latin Amerika’yı tümüyle Hıristiyanlaştırmalı.” telkininden sonra Papa’ya açıkça meydan okuyarak Papa’nın özür dilemesi gerektiğini, bunun yerlilere saygısızlık olduğunu, Nazilere 2.savaşta verilen Vatikan desteğini her yerde dillendirmiştir. Bunun üzerine Papa, sömürgeciliğin sonuçlarından ötürü duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş ve kısmen özür dilemiştir. Chavez ve yandaşlarının antisemit olduğu iddia edilen davranışlarının toplamı İsrail devletinin Filistin sorununa yönelik operasyoncu-katliamcı yönünü teşhir etmesine dayanır. Amerikalı Yahudi kuruluşlar da zaten İsrail devleti hakkında Chavez’in, “Nazilerin Yahudilere yaptıklarını şimdi İsrail, Filistinlilere yapıyor.” Sözünü kıstas alarak antisemitizm suçlamasını yapmışlardır.  ABD Dışişlerinin 2005 Uluslararası Din Özgürlüğü raporunda Venezuela'nın tarihsel olarak açık ve belirgin antisemitizmde bulunmadığı, fakat hükümet ve destekçilerinin bazen antisemit olaylara karıştığı belirtilmiştir. 2004 yılında Venezuela hükümet savcısı bir suikasta kurban gider. Araştırmalar olayın CIA-MOSSAD odaklı olabileceğini gösterir. Hükümet, özel bir soruşturma ekibi kurar. 29 Kasım 2004’te Caracas’taki bir Yahudi okuluna baskın yapılır. 3 saat boyunca öğrenciler dışarı çıkarılmaz. Polis, okulun idari bölümlerinin tamamını arar. Bir sonuca ulaşamaz. Arama sırasına kimse zarar görmemesine özen gösterilir. Hükumet, suikastın Yahudi toplulukla ilişkilendirilmesinin mümkün olmadığını açıklar. Yahudi kuruluşlar bu baskını kınarlar ve antisemit davranış olduğunu beyan ederler. Yahudilerin tarihsel acıları dikkate alındığında bu açıklamaların anlaşılması gerektiğine inanıyorum. Dikkatli olması gereken hükumet ve güvenlik yetkilileridir, Yahudi topluluklar değil.

Chavez öncesi Venezuela’da sosyo-ekonomik ve sosyo-politik durum nasıldı, olağan bir demokrasiden mi Chavez çıktı?
1958’den beri merkez sağ ve sol iki partinin nöbetleşerek seçim kazandıkları tuhaf bir yumuşak korporatif sistem vardı. Aslında diğer Latin Amerika ülkelerindeki diktatörlük 1958’den beri buraya uğramamıştı. Diğerlerine göre oldukça şanslı sayılabilir. Bunda yumuşak oligarşinin, onun sisteminin Amerika’nın petrol ihtiyaçlarının yüzde 15’ini karşılamanın karşılıklı çıkarlarının payı vardır. 1958 yılında ABD ve Venezuela’daki oligarkların kendi aralarında uzlaşmasıyla oluşturdukları Punto Fijo Paktı ile askeri diktatörlüklere bir anlamda kapı kapatılmıştır. Bu pakt iki büyük parti arasında 1961 anayasasıyla hayata geçmiştir. COPEI ve AD( Hıristiyan Demokrat Parti ve Sosyal Demokrat) Ama bu pakt da 1980’lerin sonunda çıkmaza girdi. 1989 yılındaki toprak-iş-siyaset talebiyle düzenlenen gösterileri Venezuela rejimi kanlı bir şekilde bastırmıştır. İki binden fazla insan yaşamını yitirmiştir. Chavez ve değişik sol gruplar, neoliberal siyasetin yoksullarla çelişkisinden ortaya çıkmıştır.

Chavez iktidarından sonra ne oldu?
2002 yılında oligarklar- yabancı petrol şirketleri ve ordu bir darbe yaptı. Darbenin kısa özeti:   “Chávez karşıtı komutanlar darbe planlarını yürürlüğe koyarlar. Buna göre Başkanlık Sarayı işgal edilerek Chávez tutuklanır. Yeni devlet başkanı olarak Fedecámaras işveren sendikası başkanı Pedro Carmona Estanga göreve getirilir. Ancak Venezuela halkının kararlı protesto gösterileri, uluslararası kamuoyunun Carmona’yı devlet başkanı olarak tanımaması ve hükümete bağlı ordu mensuplarının duruma el koyması ile darbe girişimi başarısız olur. Chávez 14 Nisan 2002 sabahı yeniden göreve döner. Darbenin ülkedeki muhalif medya ve basın kurumlarınca uzun süredir devam eden karalama kampanyasının ardından gelmesi Chávez tarafından değerlendirilmiş ve darbecilerle işbirliği yapıldığı sonucu çıkartılmıştır. Ayrıca darbenin ardından ülkedeki en büyük patron örgütünün başkanının iktidara getirilmesi de sermaye çevrelerinin darbeye verdiği desteğin delili olarak gösterilmektedir. Darbeyle gelen yönetime açık destek veren bir başka kurum da Katolik Kilisesi olmuştur”  2002 yılındaki bu darbenin önlenmesiyle İspanya-ABD-Hollanda ve İngiltere değişik dönemlerde Venezuela açıklarında askeri tatbikatlar yaptılar. ABD’nin tatbikatına karşı Chavez, “Olası bir saldırıda tüm orduya ve halka gerilla savaşı pozisyonu almasını emrediyorum.”dedi ve ne kadar kararlı olduğunu gösterdi.

Chavez iktidarının hak ihlalleri hangi ülkeyle kıyaslanabilir?

Türkiye ile kıyaslarsanız Chavez iktidarı Norveç, İsveç gibi parlak görünür. Hollanda ve İspanya ile kıyaslarsanız Chavez iktidarı bazı alanlarda Türkiye gibi melez görünür. Buradaki temel yaklaşım bence, “Demokrasiye inanan solcuların, sosyalistlerin desteklenmesi gerektiği” olmalıdır. FARC ve Kolombiya meselesinde Chavez açık açık “Silahla iktidar olmanın, silahla demokrasi kurmanın çağımızda yeri olmadığını, bunun artık meşru olmayan yol olduğunu” belirtmiştir. Latin Amerika’daki tüm gerilla örgütlerine silahsızlanma çağrısı yapmıştır. Son 10 yılda Venezuela polisi 8 bin kişiyi silahlı çatışmalarda vurmuştur. Bu olayların yüzde 3’ü ancak soruşturulmuştur. Şimdilik uluslararası insan hakları örgütlerinin Venezuela’ya dair hak ihlalleri konusundaki en temel eleştirisi bu. Bu oran dünyada en yüksek orandır. Amerika’da da polis şiddeti oluyor, ama genelde soruşturuluyor. Yalnız bu konuda şunu belirtmekte fayda var: Türk devletinin, ABD’nin İngiltere’nin sınırları aşıp günü birlik Afganistan, Irak, Kürdistan’da silahlı ya da silahsız muhalefet üyelerini vurmaları da infaz sayılabilir. Venezuela’daki polis şiddetinin tamamına yakını adi suçlarla mücadele sonucudur. Polisin bu konuda soruşturmalardan muaf tutulması Chavez’in en büyük handikapı. Venezuela’da muhalif basına politik sebeplerle baskı yapıldığı iddiası çürütülmüştür. Ama Chavez iktidarının sürekli oligarşi korkusuyla basına yönelik zaman zaman gözdağı verdiği de bilinen bir gerçek. ““Görev süresini uzatmak isteyen” Chávez’e “diktatör” deniliyor! Ancak, New York Belediye Başkanı, iki görev dönemi sınırını değiştirmeye girişince ABD medyası ona destek verdi; oysa Chávez aynı sebepten “diktayla” suçlamıştı! Örnek çok…” diyor biri.  RCTV, lisansı yenilenmediği için 27 Mayıs 2007’de kapandı. RCTV 2002 yılında Chávez’e karşı yapılan başarısız darbe girişimine destek vermekle ve ülkeyi Chávez’e karşı alenen kışkırtmakla suçlanıyor. Globovision kanalı da Chavez’e yönelik açık suikast tertip etmekle suçlanıyor. RCTV’nin lisansının yenilenmemesi Türk liberallerinde, “Venezuela’da basına sansür var” yaygarasına sebep oldu. Buna bu derece sert tepki gösteren liberallerin bence Türkiye’de Kürt basınına yönelik baskılara her gün intihar eylemleri düzenlemesi gerekir. Oran orantı yaptığımızda tepkinin şiddetselliği bunu gerektiriyor.  Venezuela’da henüz politik gerekçelerle suçlanıp hapis yatan gazeteci yok diye biliyorum. Olmaması basına baskı olmadığı anlamına gelir mi? Elbette hayır, her iktidar yozlaşma dönemlerinde basına baskı yapar. Mühim olan bu basıkları dile getirirken siyaset dışı, demokrasi dışı odakları cesaretlendirecek adımlar atmamak…
     
Basın tekeli oluşturmak bir hak mıdır?

Herhangi bir alanda tekeller oluşturmayı eğer doğal ve ekonomik bir hak olarak görürseniz bu durumda işçilerin solhoz sistemi kurmasına, işçi diktatörlüklerine de etik olarak laf etmemeniz gerekir. Burada temel sorun şu: Tekeller masum mülkiyet hakkıyla açıklanmaz. Yeryüzünde hiçbir tekel yok ki siyasi iktidarla evli olmasın. Tekelleşme karşı Chavez’in devletçi kapitalizm sistemi alternatif midir? Hayır, değil. Mülkiyet hakkını, toprak reformu, işçi hakları, sosyal güvenceleri üst düzeyde ilişkilendirerek düzenlerseniz tekellerin de önüne geçerseniz. Başaran ülke var mı, bilmiyorum. Latin Amerika’da eskiden olan biten şey basın-enerji-maden tekellerinin siyaseti dizayn etmesi, siyasetin yetersiz kaldığı durumlarda askeri diktatörlükleri desteklemekti. Bu sisteme karşı Chavezci sistem en etkili yol gibi görünüyor.
  
 Not: Chavez sosyalizmi hem somut hem de siyasi eleştiriye muhtaç, devlet kapitalizmine doğru gidiyor. Chavez severliğim oligarşinin kesinkes yenilgiye uğratılması, darbecileri yenmesi, demokrasiye inanan bir solcu lider olmasınadır.



Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.