15 Kasım 2012
Mandela ve Gandhi Kürt olsaydı...
1980
yılında Nelson Mandela, Robben Adası’ndayken apartheid rejime bir mektup
yazarak ANC’nin önderliğinde gelişen askeri mücadelenin yenilmez olduğunu,
ancak uzlaşmayla bu sorunun demokratik yöntemlerle çözüleceğini iletti. Güney
Afrika apartheid rejimi Mandela ile istihbarat aracılığıyla temasa geçti. Bu tip
görüşmelerin kaçınılmaz olduğu gerçeği ortaya çıktı. Aynı yıllarda (1985
öncesi) sürgündeki ve yurtdışındaki ANC’nin silahlı kanadı Umkhonto We Sweze yöneticileriyle
de bu tip görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu arada Mandela’nın silahlı bir
örgüt kurmasının gerekçesi de şudur: “1900’lerin
başından beri demokratik örgütler aracılığıyla yürütülen sivil toplumcu
mücadele bir işe yaramadığı gibi 1950’lerde apartheid yasalar çıkarılmıştır ve Afrikalıların
hakları daha da geriletilmiştir. Böyle bir
ortamda tek yol silahlı şiddeti yükseltmekten geçiyordu.” Mandela’nın
görüşmelerin devam etmesi için sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının düzeltilmesi
talebi istihbarat örgütünce Botha hükümetine iletildi. Hükümet uzun pazarlıklar
sonrası bunu kabul etti. 20 yıldır Robben Adası’nda en ağır tecrit koşullarında
yaşayan Mandela 1982 yılında Cape Town’daki Pollsmoore cezaevine nakledildi. 1985 yılında
istihbarat örgütü ve adalet bakanlığı yetkilileri aracılığıyla Mandela’ya Botha
hükümeti, “şiddeti ve silahları koşulsuz reddetmesi” karşılığında onu serbest
bırakabileceğini iletti. Bu, aynı zamanda bir teklifti. Mandela, buna karşı “Silahlı şiddete son
vermemiz için devletin siyasi, askeri, sosyal ve kültürel baskısını
sonlandırması gerekir. Operasyonları bitirmesi gerekir.” Mandela daha sonra hayatı boyunca bu ön
koşulundan hiç taviz vermedi. Süreç daha sonra kör topal ilerledi , lakin 1985
ve 1989 yılları arasındaki görüşmelerden bir sonuç alınamadı. İç ve dış
dinamikler, apertheid rejim içindeki müzakere yanlılarının çabaları sonucu
Botha istifa etmek durumunda kaldı. De Klerk’in devlet başkanı olmasıyla bildiğimiz
barış sürecine girildi ve Afrika halkı siyahıyla, beyazıyla, sarısıyla huzura
erdi.
Mandela ve ANC’nin müzakere
için ön şartları:
·
Apartheid rejim öncelikle müzakere için yumuşak bir iklimin
koşullarını yaratmalıdır.
·
Politik suçlardan ötürü hapishanelerde bulunan tüm
tutsakların serbest bırakılması sağlanmalıdır ya da sağlanacağı garanti altına
alınmalıdır.
·
Sürgündeki ANC yöneticileri ve kadrolarının ülkeye özgür
yollardan girmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
·
Apartheid rejim tarafından yasaklanan tüm örgütler üzerindeki
yasak ön koşul olarak kaldırılmalıdır, demokratik siyasetin önü açılmalıdır.
1989
yılında bu iklimi De Klerk yarattı. Birçok siyasi tutsak serbest bırakıldı. Mandela
için daha uygun bir ev ayarlandı, serbest bırakılacağına dair söz verildi. Dışarıdaki
ANC yöneticileri ve kadroları ülkeye yasal düzenlemeler yaparak girdiler. Örgütler
üzerindeki baskı kaldırıldı. Bundan sonra müzakere süreci başladı. 1990 yılında
Groote
Schuur protokolü oluşturularak müzakerelerin içeriği belirlendi. Ve süreç
bugüne kadar devam etti.
“Öcalan’ın doğrudan
içinde yer almadığı bir çözüm, gerçek bir çözüm olamaz. Öcalansız bir çözüme
inanmıyorum. Ama Öcalan’ın da çözümde rolünü oynayabilmesi için serbest
bırakılması gerekiyor. Sürgündekilerin hepsinin dönmesi gerekiyor. Yasaklı
bütün örgütler üzerindeki yasağın kaldırılması gerekiyor. Ancak o zaman, gerçek
müzakereler için gereken iklim oluşturulabilir. Ve böylesi müzakerelerin
sonucunda ne çıkarsa çıksın, önemli olan hem Kürt halkının hem de Türk halkının
bu sonucu kabullenmesidir.” Nelson Mandela’nın avukatı Essa Moosa 15 Eylül 2011 tarihinde Roj TV’de katıldığı bir programda
gazeteci Meral Çiçek ile söyleşisinde çözüm önerisi olarak bunları söylemiş. Uzaktan
bakıp “Bir öneri sunayım da
demokrat-entelektüel görüneyim.” havasından oldukça uzak, son
derece gerçekçi ve 40 yıllık bir deneyimden çıkarılmış dersler üzerine bu öneri
sunulmuştur. Eğer Türk köşe yazarları ve
onların seviyesindeki Başbakan Erdoğan gözüyle bu öneriyi değerlendirirsek PKK’yi
Mandela, Mossa ve ANC’nin kurduğunu iddia edebiliriz.
Açlık grevleri de bu çözüm
sürecinin bir parçasıdır. Eğer PKK’nin intihar bombalarını, sabotajlarını
reddediyorsanız tüm gücünüzle açlık grevlerinin sorunun çözüm sürecine basamak
olması için çalışmalısınız, hükumete baskı yapmalısınız. Mandela ve ANC bu
kadar uzun süre açlık grevi yapıp sonuç almasaydı muhtemelen Cape Town’u falan
kontrolsüz bombalama eylemleriyle cehenneme çevirirlerdi. Götünüzden uydurduğunuz
Mandela ve Gandhi portreleriyle de zaman kaybetmemelisiniz. Bu uydurmuş
olduğunuz portreler barışma sürecine ne katkı sunuyor ne de kimsenin hayatını
kurtarıyor…
Tek kırmızı çizgisi Kürtlerin
yaşadığı coğrafyaya Kürdistan dedirtmemek olan bir devlet için Gandhi
muhtemelen barışçıl eylemler değil kanlı eylemler önerirdi. İngilizler, Hindistan’a Britanya’nın güney doğusu
demiyordu. Hint dilini yasaklamıyordu. Eğer bunları yüzyıl boyunca yapmış
olsalardı muhtemelen Gandhi, Ankara’yı havaya uçurun, Mandela, Türkiye’nin
yarısını bombalayın talimatı verirleri siyasi ve askeri örgütlerine…
Açlık grevi eylemcileri ölüme
sürüklenmiş de bu durum kimi “vicdan pornocularını” rahatsız etmiş, çok
insanseverler, çok Kürtseverler, Müslümanlar vs vs vs… Gazetelerde çok acı
varcıdırlar, sol açıktırlar, manifestoculardır vs. vs. vs. Tam da bu noktada bu
vicdancı haydutlara sormalı:
-
Gazeteye haber yapmak, müvekkiliyle görüşme yapmak, en sıradan gösteri
hakkı için sokağa çıkıp slogan atmakla suçlanan aynı açlık grevcileri 15 yıl 20
yıl ceza aldıklarında onları öldürmüş olmuyor mu devlet? Öcalan yıllardır keyfi
bir özel rejimle tecrit altında, siz konuşsaydınız, bunu en sıradan bir hak
olarak dile getirseydiniz, hatta sokağa çıksaydınız, bu özel yetkili hükümet bu
kadar gaddar olmayacaktı bunca açlık grevine gereksinim duyulmayacaktı…
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
self determinasyon,öz yönetim
20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen
self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları
hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk
ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür
öz yönetimin gerekçesi
Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin
Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin
uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil,
etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Reel Politik
Osmanlı Leaks
Pages
öz yönetimin tarihi
Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları
gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder