Social Icons

.

Pages

23 Kasım 2012

Modern Dünyanın Tüm Olumsuzluklarını Antisemitizm’e Dönüştürme Fırsatçılığı

HAMAS örgütü ve İsrail devletinin son savaşı devam ederken Türkiye’de de militan antisemitizm ve onun bir alt versiyonu militan anti siyonizm de her İsrail füzesini milli, dinsel ve siyasal nefretlerinin bir gerekçesi; HAMAS’ın Fecir füzelerini de aynı hassasiyetlerinin mastürbasyonu haline getirdi. İslamcılar, “Çocuklar öldürülüyor, vicdan yok mu?” gibi görünürde son derece insani duyarlılıklarla yaptıkları çağrıların altına “İsrail devleti yok edilmeden bize gün yüzü yok.” alt mesajını döşeyerek  adeta Dreyfus davasının yargıçları, komplocuları, 1840’ların Suriye’de görevli konsolosu Ratti Mentonları, Holokostun uygulayıcıları pozisyonuna düşüverdiler bir anda.   Solcular, muhtemelen TC ile yürüttükleri garip sınıf savaşında Filistin kamplarında kendilerine yer bulmanın, imkan yaratmanın karşılığı olacak ki ( biraz alaycı bir ifade) o afili anti Siyonizm teorileriyle Yahudilerin şeytanlaştırılmasına adeta su taşıdılar. Ulusalcı ve milliyetçi çevreleri saymıyorum bile. Onların şeytan İsrail gibi dangalakça tezlerine  bu aralar İsrail-Kürt yakınlaşması konu olmuş… Kimi liberaller ve bazı sol çevreler iyi niyetli olmalarına rağmen İsrail devletinin acımasız savaş siyasetini eleştirdikleri kadar İslamcıların, solcuların, milliyetçilerin antisemitizm şuursuzluğuna aynı derecede karşı duramadılar. 

     1840, Şam: Bir Hıristiyan keşişi ortadan kaybolur. Birden bire bir dedikodu yayılır. "Keşişi Yahudiler kaçırmıştır, onun kanını Pesah (Mayasız) bayramında çocuklarına içirecekler ve bayramlarını kutlayacaklardır." Bu olaydan sonra 60 Yahudi çocuğu işkenceli sorgular sonucu itirafa zorlanır. İki çocuk işkence sonucu ölür. Onlarcası hapsedilir, yüzlerce aile göç etmek durumunda kalır. İngiltere ve Amerika’daki Yahudi kuruluşları Suriye üzerine baskı kurar, olay derinliğine soruşturulur ve bu iftiranın altında Ratti Menton adlı Fransız diplomat çıkar. Böylece Yahudiler için ne Avrupa be Ortadoğu ne de başka bir yer artık güvenilir bir yer  değildir. 
Theodor (Binyamin Ze’ev) Herzl: 19.yüzyıldaki Avrupa aydınlanmacılığının militan savunucularındandı. Viyana Hukuk fakültesinde okurken oyun yazarlığının yanı sıra liberal Neue Freie Presse gazetesinin de muhabirliğini yaptı. 1880’lerin sonunda  gazeteci olarak gittiği Paris’te, aydınlanmanın beşiği bu kentte Fransa’yı baştan sona etkisi alan yeni bir kavramla tanıştı: Antisemitizm… Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Almanya’ya gizli bilgi sızdırmakla suçlandı. Fransa’da o dönem ciddi bir Yahudi düşmanlığı olmasına rağmen Dreyfus, ailesinin ekonomik durumu ve okuldaki üstün başarısından ötürü askeri okula kabul edilir ve genç bir subay olarak mezun olur. Sonrası bilinen ünlü L’Affaire (dava)… Önce basın ve antisemitist çetelerce rütbesi söküldü, sonra Şeytan Adası’nda ömür boyu cezaya mahkum edildi. 3 Ocak 1895 yılında Paris sokaklarında teşhir edilip Parisliler tarafından lanetlendiğinde kalabalık,  “Yahudilere ölüm!” diye sloganlar attı.  Bu sahneye Theodor Herzl birebir tanık olmuştu. Aydınlanmanın, eşitliğin, özgürlüğün kalbi Paris’te kendisi de iyi bir seküler aydın olan Herzl, Dreyfus  teşhirinden sonra sarsıldı. Bu sarsılma onu değişik arayışlara itti. Zaten bu olaydan birkaç yıl önce Fransa’da yayınlanan La France Juive (Yahudi Fransa) kitabı neredeyse Yahudi olmayan tüm Fransızların aklını başından almış, en ufak bir kötülük hemen Yahudilere mal edilmektedir. Herzl tüm bu olay ve olgulara tanık olduktan sonra Yahudiler için bu cehennemden tek çıkış yolunun anavatanlarına dönmek olduğunu anlar. Bundan sonra bunun için çalışır. Yahudilerin ulusal sorunlarının olduğu bilincine vardı. O, uluslararası arenada Yahudi sorununu ivedilikle ele alınmasını ön görüyor, çeşitli hükümetlerle görüşmeler yapıyor, Yisrael topraklarında bir devletin kurulması için büyük çaplı destek arıyordu. Bazı Yahudi şirketleriyle temasa geçerek ütopik Yahudi devletini kurdu. Siyon tepesi ve çevresini de halkına hedef gösterdi. Tüm bu çalışmalarını açıktan ve diplomatik yollardan yapıyordu. O gün bugündür Yahudi nefretiyle şuursuzluk kazanmış kocaman bir Avrupa ve İslam coğrafyası söz konusu…
    1903: Rus yazar ve gizemci Papaz Sergei Nilus yazdığı gazete yazılarında Yahudilerin gizli Siyon Protokollerinin olduğunu yakında dünyayı ele geçireceklerini, dünyayı karıştırmak için çeşitli komplolar hazırladıklarını iddia ediyordu. Bu iddia bir anda Rusya’yı ve Avrupa’yı etkisi altına aldı. Daha sonra Hitler, “Kavgam” kitabında “Yahudiler dış görünüşü kurtarmak için bütün bir şiddetle reddettikleri “Protocoles des sages  de Sion” (Sion ileri liderlerinin protokolleri) bu milletin bütün hayatının nasıl devamlı bir yalan üzerine inşa edilmiş olduğunu gösteren eşsiz bir örnektir. (Kavgam, Burak Yayınevi, 1998, s. 382). diyecekti.

Aldatma ortaya çıktı 
“1921'de London Times Protokoller'in “beceriksizce bir intihal” olduğu sonucunu ortaya çıkaran delilleri sundu. Times,Protokoller'in Yahudilerden hiç bahsetmeyen bir Fransız politik eleştirisinin, Dialogue in Hell Between Machiavelli and Montesquieu ,(Machievelli ve Montesquieeu Arasındaki Cehennem Diyalogları) (1864) adlı Maurice Joy'un kitabının bölümlerini kopyaladığını kanıtladı. Yapılan diğer araştırmalar ise, Hermann Goedsche'nin yazdığı Prusya basımı romanBiarritz'in (1868) bir bölümünün de Protokoller'e “esin kaynağı oluşturduğunu” ortaya koydu.”  (http://www.ushmm.org/wlc/tr/article.php?ModuleId=10007058 )
 1943 yılından sonra bu protokoller Türkiye’de  “Kavgam” kitabıyla birlikte sık sık piyasaya sürülür. Bir akılsızlar ordusu hala gerçekten bur protokollerin varlığına inanıyor, bundan komplo teorileri çıkarıyor, dünyayı ele geçiren gizemli Yahudi masalıyla koca bir toplumu manyaklaştırabiliyor. Bu akılsızlar ordusu her olayda iş başındadır. İsrail ile Filistinliler arasında sorun mu var, hemen Tevrat’tan alıntılar, gizli Yahudi emelleri, Siyonizm, Herzl, dünyayı yöneten gizli el, büyük resim, derin dünya devleti, Kudüs savaşçıları, “İsrail yeryüzünü ele geçirecek hepimizi sikecek.” Anlamına gelen paranoyalar bir bir devreye giriyor. Bu kötücül masalları nakledenler de kimi zaman İslamcı, kimi zaman solcu, kimi zaman milliyetçi manyaklar… Mesela Gazze’den Tel Aviv’e roket fırlatılırken roketin havada bıraktığı romantik ateşli izi Hilal Kaplan ateşkesten sonra Ortadoğu’nun biricik Müslüman ablası duygusuyla İsrail’in acilen 1967 öncesi sınırlarına çekilmesini emrediyor.  Bunu isteyenler haklı da olabilirler. İsrail’in 67 sonrası işgal ettiği oldukça geniş topraklar var. Lakin 1950, 1956 ve 1967 savaşlarını eğer Araplar kazansaydı ne olurdu? sorusu hala içinde korkunç felaket olurdu, cevabını barındırarak kafamızı kurcalamaya devam ediyor. Hiçbir uluslararası savaşa taraf olmadıkları halde, devletsiz olmalarına rağmen tüm savaşlarda çeşitli devletlere askerlik yaparak birbirini öldüren Yahudilerin tarihin en korkunç soykırımına maruz kalmasını nasıl açıklayacağız?  Bu tarihi felaketi hangi solculuk, hangi İslamcılık, hangi demokratlık açıklayabilir? Yahudisiz Ortadoğu hatta Yahudisiz dünya öneren kutsal dinlerin merhametine mi sığınacağız yoksa devlet-toprak-öz yönetim-demokrasi kavramlarıyla dünyayı anlayıp buna göre mi tutumumuz belirleyeceğiz? Hangi vicdanla bu sorunlara akıllı çözümler önereceğiz?
Antisemitizm nedir:  Yahudi halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımamak, İsrail devletinin varlığını ırkçı bir girişim olarak görmek; İsrail’den, diğer demokratik ülkelerden talep edilmeyen bir uygulamayı talep ederek çifte standart uygulamak; çağdaş İsrail politikaları ile Naziler arasında parallelik kurmak; İsrail devletinin uygulamalarından kolektif olarak Yahudileri sorumlu tutmak… 

Hiç yorum yok:

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.