Social Icons

.

Pages

30 Ağustos 2012

“Alçaklığın Evrensel Tarihi”


                      Rudolf Höss
    1900 yılında Berlin’de Katolik bir ailenin çocuğu olarak doğar. Çanakkale savaşlarında genç bir istihbaratçıdır. Türk cephesinde Alman kuvvetlerine bağlıdır. 1923 yılında bir Fransız’ı politik gerekçelerle öldürdüğü için cezalandırılır. 1928 yılında af kanunuyla serbest kalır. Himmler onu keşfettiğinde hala Avrupa’nın coğrafi özelliklerinin işgale uygun olup olmadığını araştırmaktadır. Nihayet 1934 yılında Dachau koruyucu gözaltı toplama kampının blok sorumlusu olur. Bir iki toplama kampı daha gezerek 1940 yılında Auschwitz kampının ilk komutanlığını ve kuruculuğunu üstlenir. Toplu infazlarda o kadar soğuk ve ilgisiz bir insani yapıya sahiptir ki tüm öldürmeleri fabrikanın hemen bitişiğindeki yatak odasının penceresinden izliyordu. Komutan (müdür) her öğle vakti evine gidiyor karısı ve beş çocuğuyla oturuyor, yüce tanrısına dua ediyor ve yemek keyfi yapıyordu. Kampın bahçesi, ötücü kuşları, tavukları onun için yeryüzünde Alman ırkından sonra en değerli varlıklardı. Yerli malı hastasıdır. Kaynakların israfı onun için tahammül edilemez bir Yahudi ya da komünist davranışıydı.

28 Ağustos 2012

Yıldıray Oğur Bu Defa Haklı


    Sanırım bugün, son 2 yılda Yıldıray Oğur’un beğendiğim 3.yazısını okudum. İkisi Mavi Marmara ve İslamcılara yönelttiği eleştiriler, biri de bugün Esad üzerinden CHE göndermesiyle Türkiye soluna yaptığı eleştiri… Bu, Yıldıray’ın argümanlarının çok sağlam olduğu, haklı olduğu anlamına gelmez. Yazısının sonundaki ÖSO’nun havuz partisini olumlayarak onun barbar bir örgüt olmadığını anlatmaya çalışması basit bir hile… Aynı Yıldıray, Öcalan’ın havuz-şarap resimlerini Yılmaz Özdil tarzı, “Bakın lideriniz şarap keyfinde siz ölüyorsunuz.” gibi basit bir devlet propagandasına dönüştürmüştü. Yıldıray’ın bugünkü yazısının başarısı solun dünya gündeminin gerçeklikleriyle bağını koparması, hala Germen-Venedik nostaljisiyle, pardon Sovyet- Bolivya nostaljisiyle yaşaması, yeni dünyanın sorunları hakkında tek fikir üretememesi, temel birkaç “anti-emperyalist” gibi uyduruk diskuru esas alması, Yıldıray Oğur’un tezlerini haklı kılıyor. Oysa sol şudur, budur demeyeceğim, eğer Esat rejimi yanlısıysa onun statükosu yanlısıysa böyle sol şu ya da bu olmasın. Canı cehenneme… Yıldıray haklı çünkü evrensel solun tüm biçimleri İspanya’da haklı olarak savaştı. Kilise yaktılar, toprak ağası kestiler, Franco yanlılarını toplu şekilde kurşuna dizdiler, papazları 10 dakikada yargılayıp kurşuna dizdiler. Ve tüm bunları gaspedilen seçim ve demokrasi haklarını geri almak için yaptılar… Amaçları buydu… Gerisi felsefi ve etik tartışma. Böyle bir gerçeklik var. Bugün

25 Ağustos 2012

Kirli Savaş Sözlüğü


Hain Saldırı: Hain olmayan saldırının karşıtı. Hain olmayan saldırı henüz tanımlanmamasına rağmen şöyle denebilir: “Hey, adamım çık karakoldan dışarı seninle saldırılaşalım.” Başka türlü açıklayamıyorum.
Kelle: Türk tarafının daha çok kullandığı sözcük. Çatışma ve operasyonlarda yaşamını yitiren PKK militanları için kullanılır. Bu savaşın en gayri insani sözüdür. Aslında Kürtler birey olarak yaşarken de bu egemen beyazlarca kelle olarak görülürler. Sadece bir baş ve gövdeden ibaretler bu kelle avcılarına göre.  Egemen Türk travmasının sadece silah, onu tutan el, onunla yürüyen bacak ve onu tetikleyen el ile kurduğu garip ilişki… Yine leş sözcüğü de bu cenahın travmatik, insani olmayan ruh haliyle dolaşıma soktuğu en adi sözcüklerden biridir.
Adalet: 1. (Kemalist Adalet) İnkarın, asimilasyonun Kürtlerce  kabul edilmesi zorbalığına dayanan kurumsal adli süreç. Hiçbir insani, siyasi, sosyal ve kültürel savunmayı kabul etmez.
2. Müslüman adaleti: Kemalist devletin çizdiği milli sınırları esas kabul eden, Kemalizmin darbelerle, baskılarla, garip bir hukukla temelini attığı devletin tüm hukuk normlarına Kürtlerin razı olması gerektiğini İslam şeriatı sayan kesimlerin sistemi.
Fitne: Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek dil ideolojisinin dinsel psikolojiyle desteklenerek  beton ırk hakimiyetini bozmak anlamında kullanılır. Daha çok Müslüman muhafazakar kesimler kullanır. Hitler, Mussolini ve Franco’nun literatüründe “bozgunculuk” deniyordu.

22 Ağustos 2012

Şehvetli Savaş Medyumluğu


   Bir yüceltme ve şaşkınlık içinde bulunan aydın vs. yalnızca bir  milletin ya da aidiyetin övgüsünü yapmak ve bu aidiyete uyum sağlamak için bir tür enkarnasyon medyumluğuyla yetinirse düşünce edilginleşir, üstüne konuşulan sorun çözümsüz kalır sorunları çözmekle sorumlu olanlar daima yan çizme durumuyla politik-devlet  şiddetini şehvetli biçimde  terörize ederler.  Bu durum,  gerçekten etkin fikir ve çözüm talep eden kitlelere karşı çıkmaktan tutalım da  bu çatışmalı sürecin gerçekleriyle de bağını koparmak anlamına gelir. Son dönemlerde Türk aydınının, yazarının, entelektüelinin önemli bir kesiminin yaşadığı bu trans-medyumluk hali bir kaçış halidir. Yalnızca egemen aidiyet ve egemen ulusun kalabalıklarını gerektiğinden daha fazla kör etmeye ve her bireyi bu sosyal cinnet çemberinde  zayıf kılmaya yarar.
    Bu şatafatlı girişi nasıl bu çatışmalı sürecin politik çözümlerine bağlayacağım bilmiyorum, lakin tüm tarihsel sorun ve çözüm deneyimleri  bize bir kez daha siyasi iktidar medyumluğunun

20 Ağustos 2012

Not

1 ay öncesine kadar twitter'de kullandığım LermontovC hesabını bir aydır dondurmuştum. Sanırım hesabın düşme zamanı dolmuş. Biri hemen o adla bir hesap açmış. Şu an twitterde kullanılan LermontovC hesabıyla yakından uzaktan ilgim yoktur. Bundan böyle blog yazılarına da bir süre ara veriyorum. Twitterde herhangi bir hesabım olmayacak da... Hastaların dikkatine.

17 Ağustos 2012

Türk Senkretist Sağcılığını Liberalizm Diye Pazarlamak: Orhan Kemal Cengiz


''İspanya'da döğüşen gönüllüler,
bu savaşın anılarını yüreklerinde kötü bir yara
gibi taşımışlardır. Çünkü insan, haklı olduğu halde yenilebileceğini, zorbalığın gayrete boyun eğdireceğini, bazen cesaretin kendi kendisinin ödülü olmadığını İspanya'da öğrenmiştir.'''
Albert Camus
(Orwell’in “Katalonya’ya Selam” kitabının ön sözüdür. )
    Eric Arthur Blair olarak doğdu. Eric doğduğunda baba Richard W. Blair Hindistan’da sömürgeci bir istihbaratçıydı.  Welington ve Eton kolejlerindeki eğitiminden sonra sömürgeci İngiliz polisinin bir neferi olacaktır. Avrupa’da faşizm şaha kalktığında (1928) Eric Blair, sömürgeci polis teşkilatından istifa eder. Bunun politik gerekçeleri vardır: “Hizmetinde olduğu imparatorluğa duyduğu nefret ile imparatorluğa karşı olan yerli halka karşı duyduğu öfke arasında sıkışıp kalıyor; ve bu, işini zorlaştırıyordu. Teorik olarak, tamamıyla  Birmanyalılardan yana ve tamamıyla onları ezen İngilizlere karşı olduğunu söylüyordu. “ Yazar olma arzusu bu politik gerekçeyle birleşince Eric Blair artık bugün bildiğimiz  tanrının o güzel insanlarından Georg Orwell’e dönüşecektir.  1932 yılında yazdığı bir kitapta takma ad kullanılmasını isteyen yayıncısına şöyle diyecektir: “Bir takma
isim bulmamı istiyorsan, serserilik ederken hep kullandığım P.S. Burton var. Ama, eğer uygun görmezsen, şunlara ne dersin?
Kenneth Miles
George Orwell H.
Lewis Allways
Ben George Orwell'i tercih ederim.”  

14 Ağustos 2012

Kürdistan'da Hukuk Felsefesi ve Yanılsamalar


     Roxie ve Velma Kelly’nin bölünmüş tüm kişiliklerini dün ve bugün Türk basının gazetelerinden, televizyonlarından, radyolarından, sosyal ağlarından topladık. “Haydi bebeğim. Neden bütün şehri boyamıyoruz?” dizesini de “Neden bütün şehri bombalamıyoruz?” diye anladı bu hilkat garibeleri sanırım. Işıltılı sahnelerde yıldız olmak, kanaldan kanala koşturup stratejist kesilmek, yazdıkları köşelere mürekkep değil tükürük damlatmak, daha önce hayal ettikleri gerçekleşmeyince salya sümük politik arabesk pazarlamak ( vicdan, adalet, hümanizma, insanlık, barış vs vs vs )bir anlık konforları için bir çırpıda onlarca rakibe kobra helikopterler gibi saldırmak, başarıya giden yolun tüm hilelerini oyunun gerekleri diye mantığa bürümek, gururunu incitti diye kardeşini vurmak, kariyeri tehlikede diye yasak aşkını kurşunlamak diye özetlenebilecek türlü entrikalarla Roxie ve Velma aramızdalar… Onlar Chicago’dan kalkıp zamanın ve mekânın ruhuna uygun olarak bizleri kendi yanılsamalarının ürünü cehenneme ortak etmek istiyorlar. İstiyorlar ki söyledikleri, yazdıkları her şeyi ayet, genel doğru bilelim, istiyorlar ki tüm kirli naralarına ses verelim, istiyorlar ki iktidarın pis kokan her uygulamasında biz kendileri gibi elmas arayalım. Tarihte bir müzikaldeki sosyal olaylardan yola çıkıp Türk sömürgeci basını siyasasını fotoğraflamaya çalışan bir kul olarak ilkim. Allah aşkına Hüseyin Aygün’ün kaçırılmasından sonra yazılıp çizilenlerden sonra ne denebilir ki? Yaşadıkları ve yazdıkları kendi ruh hallerinin çıkmazlarından öte değil, bunlarla fikir falan tartışılmaz. Yalancıdırlar, çarpıtıcıdırlar, telkin ve talimatla yazarlar, temiz bir suyu bulandırmada kurttan daha kötüdürler.   Hukuktan söz ediyorlar, Hatip Dicle ve arkadaşları yıllardır içerideyken bundan söz ediyorlar, üstelik bu hak gaspı karşısında hepsi dilsiz şeytanın türlü halini oynamış. Yaşama hakkından söz ediyorlar: Son birkaç yılda devlet eliyle kaç Kürt öldürüldü, sayısını bile unuttular. Aygün’ün vekilliğini dert etmişler: Urfa cezaevinden korsan kararla Adana’ya sevk edilen vekil kimdir, diye sorsan cevapları ne olur, bilmiyorum. Siyasi iradeden söz ediyorlar: Milyonlarca kişinin siyasi iradesinin henüz yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyoruz. İmralı'da rehin tutulanlar hakkında bir yıldır haber alamıyoruz. Bir vekil neredeyse saat başı bilgilendirilmek koşuluyla gözaltında!
  Neymiş? PKK, gözaltı demiş de komik olmuş! Evet, muhtemelen gözaltı hukuku diye anladıkları gecenin bir vaktinde kapıları kırılarak evlerine baskın yapılan, dövülen, sövülen Kürtlerin yaşadığı süreçtir. PKK öyle mi yapmış!

10 Ağustos 2012

Cry Freedom Filminden İsmail Beşikçi Çıkar mı?


  Black Power ve Black Panthers hareketleri Amerika’yı dalga dalga etkisi altına aldığında bugün Türk liberallerinin de göz bebeği olan Hannah Arendt, “Büyük çoğunluğu akademik ölçülere bakılmaksızın üniversiteye kabul edilen siyah öğrenciler siyah hakları diye kampüse şiddeti soktu, akademik düzeyi düşürdü.” diye sayıklıyordu. Sanki Nazi zulmünden kaçan o değildi. Aynı Arendt, Fanon’un fikirlerini de tehlikeli buluyordu, ona göre Fanon bir Marxist değildi, ajitatör bir kışkırtıcıydı.  Çünkü Black Power(Siyah İktidar)  ve Black Panthers( Siyah Panterler) i fikren etkileyen de Fanon’du. Fanon’un ,sömürgelerde yaşayanlar devrimi öncellikle kendi zihinlerinden ve kaslarında yapmalılar, önermesi Amerika siyah hareketine ivme kazandırdı, giderek liberalleri de çözülme noktasına getirdi. Daha sonra anayasal düzenlemelerle ırkçı uygulamalar son buldu.
    Amerika’da özgürlükler genişleme eğilimindeyken Afrika’nın güneyinde özgürlük diye bağıranların sadece sesi kısılmıyor, dilleri kesiliyordu. Fanon’un tespitleri sadece Amerikalı siyahları değil, Avrupalı kimi aydınları da tesiri altına almıştır. Sartre , “Cezayir’de sıkılan ilk kurşun hem bir sömürgeciyi hem de kişiliksizleştirilmiş bir yerliyi öldürmüştür, bir taşla iki kuş vurulmuştur.” der.

self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.