Social Icons

.

Pages

27 Ocak 2012

Roni Margulies'in "Evet, ama Evren yetmez" Yazısına Eleştiri

Bugünkü darbecilerin yargılanması üzerine yazdığınız yazı karşısında şaşkına döndüm. Bir siyasi tercih olarak yetmez ama evet tavrını anlamış, boykot tavrının doğru olduğuna hala inanan biriyim. Bu iddianame çürük çünkü;
a. 12 Eylül işkencelerinin tüm sonuçlarını yargılamaya niyetli değil
b. Kürtçeyi yasaklayan darbenin yarattığı kurumsal otorite ve karar mercilerini yargılamıyor.
c. Sıkıyönetim kanunlarını ve onun uygulama sorumlularını dert etmiyor. 
d. İdam cezasının uygulanmasına dair tek bir satır yok.
e. Delil olarak gösterdikleri bayrak darbe planı bir de bir iki delil dışında tüm kanıtlar; kitaplardan alıntılar, gazete yazıları falan...
f. Ben teknik olarak bilmiyorum ama kaynakça bölümünün yer aldığı bir iddianamenin varlığı komedi bile değil, yetmez aam evet diyenlerle alay etmektir. 
g. Sanırım size bu yazıyı yazdırmak için Yalçıner ve Müftüoğlu ifadelerine ihtiyaç duymuşlar. Ciddi bir iddianame Ökkeş Kenger(Şendiller) i tanık değil darbecilerle ilişkilerini, gizli devletle bağlarını soruşturma konusu yapar. 
   Siz de dünya demokrasi hareketlerini pekala ezber bilirsiniz. Dünyanın birçok yerinde darbeler ve darbeciler tam yetkili komisyonların yığınlarca veri ve delil toplayarak savcılara sunmasıyla yargılandı. Uruguay'ın 81 yaşındaki Alvarez'i ve diğer 80lik generaller anında hapsi boyladı. Arjantin'de 1985'te başlayan yargılama süreci geçen seneler yaşlı subayların hapsiyle doruğa çıktı ve yargılama; darbecilik-diktatörlük-darbecilerin tüm gayri meşru sonuçlarını mahkum ederek ilerliyor. Şili'yi zaten biliyorsunuz, normal erlerin kimlerden emir aldıkları, subayların CİA ve ABD menşeili değişik şirketlerle yaptıkları yazışmalar ve görüşmeler bile delil sayıldı. 
    YÖK yasa dışı bir kuruluştur. Sıkıyönetim Kanunu çerçevesinde kurulmuştur. Bu kuruluşla birlikte yüzlerce eğitim öğretim görevlisi darbe mağduru olmuştur. Sonuçları faciadır. 
    Daha yazacak çok şey var koca bir insanlık tarihini ters yüz ederek yapılan bir darbeyi sanki 3 çocuklu garip bir yaramazlar çetesi olarak kriminalize edip yargılama girişimini savunmak 1985 yılındaki Arjantinli Alfonsin taraftarlarının tavrından öte değildir. Bu ülkede üstelik Trockist yaklaşımları savunan, sosyalist inançlarından zerre şüphe etmediğim Roni Margulies bu iddianameyi savunmak durumunda kalıyorsa ne diyelim hocam? Ayıp diyorum, siz Ahmet Altan değilsiniz, Yıldıray Oğur falan da değilsiniz. Siz KCK operasyonlarının aynı darbenin çıkardığı yasalar ve hukuki yollarla, kişiliklerle devam ettiğini bilecek kadar aydınsınız. Yapmayın, etmeyin. 
   Darbenin en korkunç sonucu olarak idamları, 12 eylül mahkeme rejimini, işkencecilerini dert etmeyen bir yargılama darbe yargılaması değildir. Referandumda hükümete verilmiş siyasi ve moral desteği bir parmak balla karşılamaktır. 
  Not: Yoldaş Roni Margulies bu eleştirilerin tamamına katılmakla beraber haklı olarak bu iddianamenin arkasında durup müdahil olmalıyız, fikrinde olduğuna dair mail attı. Bunun yeni bir soruşturma süreci doğurabileceğine dair beni kısmen ikna etti. 

24 Ocak 2012

Mumcu’dan Sosyalist Çıkar mı?

Atatürkçü Militan Uğur Mumcu’dan “Gerçek Solcu, araştırmacı gazeteci, Vedat Aydın, Hrant Dink, Metin Göktepe Çıkarmanın adı solda akıl tutulmasıdır. Birey olarak, insan olarak her cinayete karşı durmak son derece doğal. Uğur Mumcu’nun katledilmesi bu anlamda karşı duruş gerektirir. Yalnız benim baktığım açı bugüne kadar bakılanlardan biraz farklı. Mesela ben Mumcu cinayetinin aydınlatılmasıyla Mumcu’nun kendi devlet odaklarıyla da ilişkisinin aralanabileceğini düşünüyorum.  1990-91 yılından itibaren Mumcu’nun pozisyonu Kürt isyancılarını sürekli emperyalizm ajanı ve Mossad işbirlikçileri olarak lanse etmek, Kürt hareketlerinin reformist ve radikal olanlarını ayrımsız olarak hain diye suçlamak üzerinedir.  İstiklal Mahkemelerinin verdiği infaz kararlarını savunurken sıradan bir faşistin akıl düzeyini aşamıyor Mumcu. 1992 yılının Kasım ayında bu tarihsel suç aygıtı mahkemeleri savunurken aynı dönemde DGM’ler siyasi hükümetin emriyle Kürt aydın ve siyasetçilerine yönelik yoğun bir infaz programı yapmıştır. Mumcu’nun bu dönemde İstiklal Mahkemesi aşkı rastlantı olmasa gerek… Mumcu yazı boyunca Fransız Devrimi ile Cumhuriyet devriminin ilk yıllarını karşılaştırıp Atatürk’ün ne kadar az insan vurdurttuğundan söz eder. Bunu bir kazanım olarak verir. Ama Fransız devlet terörünün tüm eylemlerini sayarken kendi tarihinin sadece mahkeme kararlarını sayıyor. Mesela Dersim katliamındaki devasa sayılardan söz etmiyor. Belki 1915 Ermeni Soykırımı Mumcu için de basit bir matematik… Evet Uğur Mumcu sadece şu linklerdeki http://www.turkforum.net/184712-ugur-mumcunun-hayati-makaleleri.html#post2213565 yazılarıyla faşizmi sıradan aritmetik hesaplar sanan bir Türk milliyetçisi, kendi deyimiyle hakiki bir Türk milliyetçisinden öte bir kişilik değildir. Devlet içerisinde yuvalanmış “muhafazakar-milliyetçiler ile  ilerici-milliyetçiler” odağının bir ayağından öte bir kişilik hiç değildir.  Belki bu karanlık odakların militar güçlerinden değil ama bu güçlerin toplumsal yapıyı baştan aşağı dizayn etmesine yardımcı olan etkili bir kirli bilgi yaygaracısıdır.
Mumcu İstatistiği ya da Mumcu kıyaslamalı aritmetik faşizmi: (Bunlar inandıkları veriler üstelik)
1921-22 yıllarında idam edilenlerin sayısı: 1054
Şeyh Sait ayaklanmasında idam edilenlerin sayısı: 213 ( bu sayıya çatışmalarda öldürülen ve gayri resmi infaz edilenlerin sayısı hariçtir.) Konya, İzmir, Ankara istiklal mahkemeleri de her olaydan sonra yüzlerce kişiyi cezalandırmıştır. Dersim Katliamında öldürülen Kürt sayısı ide binlerle ifade ediliyor. Mumcu, buna rağmen insaflı olunması gerektiğini Fransa’nın devrim dönemindeki rakamlara ulaşamadığımızı iddia ediyor.
"Atatürk düşmanları", olayları vicdanlarında bir de bu açılardan değerlendirmelidirler. Tabi eğer vicdan denen duygu kalmışsa!..” bu sonuç cümlesiyle de bize “vicdan” dersi veriyor. Bu utanmazlığı yıllarca bize ilericilik, solculuk diye satan sahtekârlar utanmalılar. Yerin dibine girmeliler.
   Yazıyı kısa tutmak adına şunu da söyleyeyim: “Mumcu, Ermeni sorunu konusunda MHP’li milliyetçilerden ve devletin resmi görüşlerinden ne bir adım öndedir ne de geride… Aleviler konusunda da bilinen Kemalist laik sahtekarlıkları dillendirmeden öte gitmiyordur. Yeminli başörtüsü fikir özgürlüğü düşmanıdır da… Az sert oldu ama yazıları yukarıdaki linkte. Bugünkü faşist Türk köşecilerine ne diyorsam o dönemdeki ağababalarına da onu diyorum.

     

21 Ocak 2012

Tanrı'nın Güzel İnsanları: Kurtuluş Teologu Rahipler



Bir yerde, özellikle politik sebeplerle devletin ve onun türlü adlarla anılan çetelerinin işlediği cinayetlerin boyutu cinayet sayısı ile değil, kurbanların öldürülme biçimiyle anlaşılır. Uruguay'da Bordaberry ve Alvarez dönemlerinde hapishane hücrelerinin duvarlarına yapışmış beyin parçalarından, Pinochet döneminde Şili'de stadlarda, spor salonlarında, sokaklarda kurşuna dizilmiş binlerce ölü çıplak bedenlerden, Arjantin'de denize bırakılan muhaliflerin havada bıraktıkları çığlıklarından, El Salvador'da yol boyuna dizilmiş ölüm mangalarının süngülediği rahiplerin kanlı elbiselerinden, Belfast hapishanelerinde IRA militanlarının duvarlara insan dışkısıyla yazdıkları sloganlardan, Kürdistan'da resmi devlet çetelerinin araçlarla kaçırarak köprü altına bıraktığı nice Kürdün ensesindeki mermi ve satır izinden vahşetin yarattığı trajedi anlaşılabiliyordu. Bu kanlı süreçlerin yaşandığı dönemlerde çok az insan çocuklarının ellerine bakarken kurşuna dizilmişlerin tırnaklarını, gülümserken otların arasında düşmüş boğdurulmuş, bombalanmış, kurşunlanmışların dişlerini hatırlamıştır. Bu "azınlığın" önemli bir bölümü kurbanlarla aynı cephede yer alan insanların akrabaları, arkadaşları, dostları olurken küçük bir bölümü de örgütsel, politik kaygılar dışında dinsel referanslar ve insani endişelerle tavır almışlardır.
Tarihçesi çok daha derinlerde olabilir ama Hristiyan Kurtuluşçuların modern dönemlerdeki ilk faaliyetlerine
Latin Amerika ülkelerinin iç savaşlarında rastlıyoruz. Perulu ilahiyatçı Gustavo Gutiérrez Merino, Hristiyanlığın; yoksul ile dayanışmanın yanı sıra, yoksulluğa karşı özgürlükçü protestonun yanında olduğunu açıkladığında Tanrıyı gökyüzüne çıkarıp ona inananlardan ve bu dünyada faşist kuruluşlarla iç içe geçen dini otoritelerden büyük tepkiler aldı. Gutiérrez'e göre, "Siyasi ve sosyal özgürlüğe giden yol, yoksulluğun ortadan kaldırılmasından geçer." 1971 yılında bu belirlemeyi yaptığında Katolik Kilisesi onu neredeyse linç ettirecekti. O, yılmadı. Açtığı çığırda El Salvador iç savaşında yoksulların safında yer alan rahip Oscar Romero oligarşi çetelerinin emrindeki askerlere şu fetvayı verecekti: "Üstleriniz size öldürme emri verdiğinde, siz Tanrı'nın ‘öldürmeyeceksin' sözünü hatırlayınız." Bu sözü söyledikten sadece bir gün sonra Romero, milliyetçi çetelerce katledilecekti. 1964 yılında Brezilya'da askeri diktatörlüğe geçildiğinde Recife başpiskoposu kardinal Dom Helder Câmara'nın adı 50'li yıllardan itibaren otoriter rejime karşı olduğu için "kızıl rahip"e çıkmıştı. O da kilisede kendisine sorulan bir soruda şu ünlü sözü söyleyecekti: "İnsanlara yoksullara yardım etmelerini söylediğimde bana 'aziz' diyorlar. Ama onlara 'neden bu kadar sefalet var?' diye sorduğumda bu defa komünist diyorlar." Câmara, o yıllarda uluslararası alan dahil her alanda sıkı bir insan hakları savunucusu oldu. Bu tavrı ülke içinde giderek diğer rahipler nezdinde kabul gördü. Bu yıllarda Câmara'dan güç alan bir başka rahip Frei Betto aktif bir yoksul ve insan hakları militanı olacaktı. 1969 yılında tutuklandığında sorgusunda kendisine sorulan "Bir rahip komünistlerle nasıl çalışır?" sorusuna "Bana göre insanlar müminler ve ateistler olarak değil, tersine ezenler ve ezilenler olarak, bu adaletsiz toplumu ayakta tutmak isteyenler ve adalet için mücadele edenler olarak ikiye ayrılmaktadır." cevabıyla dikta sorgucularına gerçeği bir mermi gibi yüzlerine vurmuştur. 1968 yılından itibaren Latin Amerika ülkelerinde Kurtuluş Teolojisine inanan yüzlerce din insanı genellikle faşist çeteler tarafından ya öldürüldü, ya sakat bırakıldı ya da tutuklandı. Bu sayının 850 olduğu tahmin ediliyor. Sadece devlet baskıları değil Avrupa'daki sömürgeci güçlerin adeta Tanrı ve insanlık fikrini işbirlikçi kiliseler aracılığıyla gökyüzüne çıkardıkları gerçeği göz önüne alındığında teolog rahiplerin bu insanlık için küçük ama "insan" için büyük fikir ve eylemleri günümüzde anti faşist cephe için hala bir umut… El Salvador ve Guatemala'da öldürülen onlarca Cizvit rahiplerini anmadan geçmeyelim.
1972 yılında Kuzey İrlanda'nın Claudy köyünde IRA adına bombalama eylemine karışan Rahip James Chesney'i bir yana bırakırsak İrlandalı direnişçilerle ile İngiliz hükümeti arasındaki barış anlaşmasında bir Katolik rahip olan Alec Reid baş rolü oynamıştır. 1988 yılının temmuz ayında İngilizlerin katlettiği iki IRA üyesinin cenaze törenine iki Royal Signals (Britanya askeri ajanlar) askeri sızar ve provokatif davranışlarda bulunurlar. Bunu fark eden IRA yanlıları ile askerler arasında çatışma çıkar ve o iki İngiliz askeri orada öldürülür. Bu ölümlere sessiz kalmayan IRA yanlısı Katolik rahip Alec Reid onların cesetleri üzerinde dua ederken görüntülenir. Bu, artık bir barış imajı olmuştur. Halk ve basın nezdinde arabulucu olabileceği görüşü yaygınlık kazanır. Reid de kendisini bu işe adadı. Ve süreç Hayırlı Cuma anlaşmasıyla canlılık kazandı. Yüzyıllık bir savaş bir rahibin bir duası sayesinde böylece fiilen son buldu. Alec Reid daha sonra ETA ile İspanya hükümeti arasında da arabuluculuk yapacaktır. Reid'e göre bu işin tek sırrı diyalogdur ve devletlerin terörist diye tanımladığı örgütlerin politik hedeflerine saygı duymaktır. Kürt sorununun barışçıl yollarla çözülmesi için de diyalog yolunda ısrar edilmesini istemiştir.
1981 yılında IRA militanlarının hapis koşullarını yerinde gören Katolik rahipler insanlık dışı uygulamaları dünya televizyonlarına duyurup kamuoyunun dikkatlerini direnişçi militanlar lehine çekmeyi başardılar. Aynı yıl Bobby Sands'in hayatını kaybettiği açlık grevlerinde de arabuluculuk rolü oynadılar.
Tüm bu hikâyelerden sonra Türk diyanetinin, onun Kürdistan'da yuvalanmış asimilasyoncu kuruluşlarının, dünyayı para-okul-yatırım ve Türkçe dil kurslarıyla kurtarma iddiasındaki sinsi cemaatlerin, ordu ve polise adeta Kürtlerin kökünü kurutma emirleri yağdıran "efendilerin" ve elbette egemenlerin bu coğrafyada insanlığa yönelik vahşetlerden ötürü yine insanlığa verecekleri bir hesap vardır. Necip Fazıl'ın Dersim katliamına dair tuttuğu notların Dersim katliamında öldürmeyi reddeden Nur talebelerinin anlatımları olduğunu biliyoruz elbette…

18 Ocak 2012

KCK tutklusu Meryem Nurcan Yolvercan İle İlgili

Selamlar.

Bugün Meryem ile avukat bir arkadaş görüşmeye gitti. Basında yazılanlara karşı emniyetin gönderdiği haberleri Nurcan'la paylaşan avukat arkadaş gözaltı sürecini Nurcan'dan dinledi ve tutuklanma süreciyle ilgili de bilgiler aldı.

Meryem'in aktardığına göre olayın gelişimi şu şekilde olmuştur:

10 Ocak sabahı saat 4 sularında Terörle Mücadele Polisleri tarafından evlerine baskın düzenlenmiştir. TEM ekipleri kapıyı ilk çaldığında Nurcan başını bağlamak için içeri gidecekken,polislere başını bağlayıp hemen kapıyı açacağını söylemiş, polislerin kapıyı derhal açmaması halinde kıracaklarını söylemesi üzerine ise kapıyı açmış, açar açmaz ise polisler tarafından görüntüsü alınmıştır.

Evleri 2 saat boyunca aranmış, din kitalarına el konulmazken diğer tüm kitaplara el konulmuş, polis adeta cımbızla istediği şeyleri çekip dosyasına eklemiştir.

Emniyete getirildikten sonra başörtülü çekilen fotoğraflarının arkasından başlarını açmaları söylenmiş, başları açtırılmış, bir de öyle fotoğrafları çekilmiştir.

Nezarethanede başörtülerine el konulmuş bunun güvenlik için olduğu söylenerek 'Başörtüsü ile zanlının intihara teşebbüs etme olasılığı' sebep gösterilmiştir ancak Meryem nezarethanede başörtüsünden daha uzun kalın ip bulunduğunu avukatına ifade etmiş ve bunun tamamen keyfi bir uygulama olduğunun altını çizmiştir.

Nezarethanede başörtülerinin açtırılması uygulamasına tepki gösterdiklerinde ise polis, 'Zaten bu binanın içinde biz varız, bizden başka kimse yok' demiştir. Başörtülerini alan polis memuru başörtülerini geri vereceğini söylemiş ama parmak izine başka memur götürmüş ve bu talebi reddetmiştir.

Polis ifade sırasında Meryem Nurcan'ın siyah başörtüsüyle bulunduğu fotoğrafa bakarak dalga geçmiş, 'Bu çarşafın altında neler var kimbilir' demiştir.

MERYEM NURCAN BAŞINI AÇMIŞ MIYDI?

http://www.habervaktim.com/ adresinin haberine göre, Polis, Yolvercan'ın uzun süre takip edildiğini, teknik takipte Yolvercan'ın başörtüsü takmadığının tespit edildiğini iddia etmiş ve bu süreci 'örgüt elemanlarının dindar oldukları izlenimi oluşturmak ve güvenlik güçlerini zor durumda bırakmak için başvurduğu dezenformasyon taktiği' olarak nitelendirmişti.

Habervaktim´in Yalanı!
KCK operasyonu adı altında göz altına alınıp zorla baş örtüsü çıkarılan Meryem Nurcan'ın uğradığı mağduriyeti ört bas etmek için öyle bir yalan uydurdular ki! İŞTE HABER VAKTİM'in düzmece haberi.  / 16.01.2012 15:32:10 

Bugünkü görüşmesinde avukatına küçük yaşlarından beri başörtü taktığını söyleyen Meryem Nurcan Yolvercan, son 1 ayda başörtüsü takmadığını ve bunun sağlığıyla ilgili olduğunu ama gözaltına alınmadan önce son 3gün bu sorunlara rağmen başörtüsü taktığını söylemiştir.

Mazlumder Kocaeli Şubesi'nin her hafta düzenlediği İzmit'te gerçekleşen 'Başörtüsüne özgürlük' protesto eylemlerine de katıldığını söyleyen Nurcan, küçükken 12 yaşlarındayken Newroz Gösterisi'nde gözaltına alındığını belirterek, gözaltı sırasında başörtüsünün çekiştirildiğini ve fiziksel şiddete maruz kaldığını ifade etmiştir.

Henüz çocukken mahpushaneyle tanışan Nurcan Yolvercan o zamanları şöyle anlatmıştı: 
'Hücreye koymuşlardı bizi. Hücreler kan ve sidik kokuyordu. Çocukları bile tuvalete götürmüyorlardı. İşkenceler çocukların önünde yapılıyordu. İşkencelerin çocukların psikolojisini olumsuz etkileyeceğini umursamıyorlardı,'Görsün de ders olsun, uslu dursun!' diye düşünüyorlardı.' 
---
Nurcan'ın ev arkadaşı Sinem de başörtülüydü ve Nurcan üzerinden yaptığı uygulamayı aklamaya çalışan polisin Sinem ile ilgili açıklama yapmaması dikkat çekici.

Nurcan 'örgüt üyesi olmak, izinsiz gösterilere katılmak' iddiası ile tutuklanıp Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi'ne gönderilirken Sinem Yıldırım serbest bırakılmıştır.
---

Yukarıdaki bu yazı, Nurcan'ın avukatının not aldığı kağıt referans alınarak yazılmış bulunmaktadır. 



Yolvercan, Örgüt Üyesi ! Olduğu İddiasıyla Tutuklandı
Yolvercan,İstanbul 10. Nöbetçi Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklandı.  / 13.01.2012 17:37:00
Zulüm Bitmedi Sopa El Değiştirdi
Başörtülü insan hakları savunucusu öğrencilerle ilgili detaylar gelmeye devam ediyor..  / 11.01.2012 23:10:56
Özgürlük isteyen 3 öğrenci gözaltında
Anadilde eğitim ve başörtüsüne özgürlük isteyen öğrenci ve aktivist Meryem Nurcan Yolvercan ile iki ev arkadaşı, sabah 4'te evlerine yapılan baskınla gözaltına alındı.  / 11.01.2012 21:18:57 





-- 
Mehmet Lütfü ÖZDEMİR

7 Ocak 2012

Tarihsel deneyimlerden günümüze liberal bir hikaye

Tarihi okumak bizler açısından yeni bir durumla karşılaştığımızda karar verme sürecimizi pratikleştirmek, olgunlaştırmak anlamı taşır. Belki iki tarihsel olayı karşılaştırdığımızda birebir benzerlikler falan bulmayabiliriz, ama ilginç bağlar yakalayabiliriz. 
"Mussolini, bütün İtalya'da vatanın talihini düzelten insan olarak alkışlanmıştır. Bu dini geleneklerin ve ulusun uygarlığının zaferidir." Vanutelli isimli bir kardinal, Vatikan'ın resmi yayını Osservatore Romano gazetesinde bunları yazarken Türkiye'de Kemalist cumhuriyet fantazileri ilan aşamasındaydı. Liberal Gillioti hükümetini dize getiren Mussolini Katolik Kilisesi'ni de birkaç sözle tavlamış ve kiliseyi de faşist düzenin hizmetine sokmuştu. Yine bugünlerde Mussolini "Sosyalistler bize programımızın ne olduğunu soruyor? Bizim programımız sosyalistlerin kafasını ezmek." sözüyle yıllarca sürecek bir cehennemi İtalya'da başlatmış bulunuyordu. 
İtalya'da 1919 yılında yapılan yerel seçimler sosyalistlerin zaferiyle sonuçlanıyordu. İşçi sınıfının örgütleriyle bütünleşen sosyalist hareketin bu başarısı düşmanlarını da çoğaltıyordu. İtalya'nın bir çok bölgesinde işçiler   kapitalist sınıfa, büyük burjuvalara karşı hareketlere girişirler. Fabrikaların işgali bu sıralarda ortaya çıkmıştır. Özellikle Valpadana, Toscana, Umbria ve Lombardia bölgeleri işçi hareketlerinin çokluğu yönünden dikkati çekmektedir. Gramsci önderliğindeki Ordine Nuovo (Yeni Düzen) hareketi Torino'dan tüm İtalya'ya yayılıyordu. Fabrikalarda işçi konseyleri kuruluyor, işçiler hem üreten hem de yöneten konumuna geliyorlardı. Tam bu sırada Milano'daki Alfa Romeo fabrikaları idaresi lokavta başvuruyordu. Bunu diğer işverenler takip eder. Fabrikalar bir bir işçiler tarafından işgal edilir. Liberal Gilloitti hükümeti duruma sessiz kalır ve işgallere ses çıkarmaz. Sonrasında adım adım işgalleri kırmayı başarır liberal hükümet. Diğer yandan faşist kitle örgütleri de toparlanıyordu. İtalya'da siyasi durum buyken basın da birkaç renkti: Sosyalistler, liberaller ve faşistler… 

Faşizme selama duran liberaller
Sosyalist Avanti'de bir dönem yazan Benito Musssolini İl Popola D'Italia gazetesini kuruyor ve onun yayın yönetmeni oluyordu. 21 Şubat 1919 tarihli Popolo D'Italia'da yayınladığı yazıda Mussolini şöyle diyecekti: "16 Şubat'taki kızıl yürüyüş göstermiştir ki bu ülkede kızıl kahpe tehlikesi vardır. Bunların savaş düşmanlıkları bir maske ve iki yüzlü bir çakallıktır. Ölüleri ikiye ayıran bu çakallara karşı her türlü tedbiri alacağız. Sosyalistler, kahramanlıklara, kanla sulanmış mukaddes topraklara, manevi değerlere saldırmaktadır." (Bu konuşmanın 2011 yılının Türkiye'sinde değil, 1919 yılının İtalya'sında geçtiğini tekrar tekrar vurgulayalım. Kürtlerin politik temsiliyetine Erdoğan'ın yaptığı düşmanlık sık sık çeşitli konuşmalarına yansır. Erdoğan da tıpkı büyük kafa zihindaşı gibi Kürt siyasi hareketlerine her türlü kışkırtıcı hakareti yapmakta ve bununla övünmektedir.) 
İtalya'da giderek güçlenen faşizm 1922'den sonra Kral III. Vittorio Emanuele'den hükümeti kurma görevi alır. Kralın bu jestini sosyalistler dışındaki kesimler destekler. Halkçılar, anayasacı demokratlar, liberaller… Zaten bu yıl kurduğu hükümette de faşist partililer azınlıktaydı. Aynı yıl Kasım ayında parlamentoda yaptığı konuşmada "İstesem bu pis ve sağır salonu bir avuç askerin kışlası haline getirebilirim. Yapabilirim fakat hiç değilse bir zaman için bunu yapmıyorum." diyecek ve büyük alkış alacaktı. Bunu koca kafalı Benito'nun bir lütfu olarak gören bir yayın yönetmeni vardı: Luigi Albertini, Corriera De La Serra'da sosyalist iktidar tehlikesine karşı sağcı, faşist hükümetin desteklenmesi gerektiğini ısrarla yazıp çiziyordu. Luigi Albertini 1900 yılında bu gazetenin baş editörü olmuştu. Dengeli bir çizgideydi. Fakat tipik liberal ruh hali gereği sosyalistlerin güçlenmesinden rahatsızdı. İtalya'nın dünya savaşına girmesini ateşli şekilde savunmasına rağmen işgal ve ilhaklara karşı biriydi. 1921 yılında yazdığı bir yazıda Albertini, faşist hareketi şöyle selamlayacaktı: "Canlanan ulusal bilincin en uç ifadesi olarak Ulusal Faşist Parti'yi selamlıyorum. İtalya ekonomik piyasasını canlandıracak, uluslararası saygınlığımızı yeniden tesis edecek bu partiyi tarihi bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Ülkedeki kaosun temel sorumlusu komünistler ve sosyalistlerdir. Faşistler bu şiddeti bastırmak için yurtsever İtalyan olma göreviyle hareket ediyorlar." (Ahmet Altan'ın KCK'ye dair yazdıkları aklıma düşüyor da 1921'de İtalya'da yaşamanın keyfine varıyorum! Devlet şiddetini meşru ve yasal görüp KCK'nin henüz tesis edilmemiş otorite anlayışına katı ideolojik, korkunç mekanizma demişti.) 

Sosyalistler parlamentodan çekildi

Milano'nun elit ticaret ve finansörlerinin elinde tuttuğu Corriera De La Serra faşist çetelerin kent meclislerini basmasına tek laf etmediği gibi şiddeti destekleyen yayınlar yapar. Faşist terörün sokak gücü arttıkça Corriere De La Serra içinde de liberal kesim huzursuz olmaya başlar. Bunların başını daha bir yıl önce Faşist Parti'ye esas duruşta selam veren Luigi Albertini çekiyordu. 1923'te anti faşist kampa katılan Albertini'nin çabaları boşa gidecekti. Bir yıl sonra yapılan seçimlerde Faşist Parti büyük bir çoğunlukla parlamentoyu ele geçirecek ve faşizmi baştan aşağı kurumsallaştıracaktı. Seçimlere hile ve usulsüzlüğün karıştığını parlamentoda haykıran sosyalist milletvekili idi: Giacomo Matteotti. 30 Mayıs günü konuşan Matteotti, Mussolini'nin iradesine uygun olarak seçimlerde baskı yapıldığını, bu meclisin meşru olmadığını ileri sürüyordu. Bu konuşmadan sadece 10 gün sonra kaçırılarak öldürülecekti. Matteotti'nin öldürülmesi büyük bir infiale yol açar. Halk sokaklara dökülür, kanlı olaylar başlar. Mussolini göstermelik de olsa Matteotti'nin katillerini tutuklattır. Nasılsa iki yıl sonra özel bir afla serbest kalacaklardı. Bu dönemde Luigi Albertini'nin Corriera gazetesindeki faşizm karşıtlığı önemlidir, fakat iş işten geçmiştir. Albertini de 1925 yılında çıkan sansür yasasıyla birlikte görevden uzaklaştırılacak o da hayal kırıklığına uğramış bir liberal olarak emlak işlerine girecektir. Bu arada birinci savaşın da nedenleri yazacaktır. Albertini aynı zamanda liberal parti milletvekilidir. Matteotti'nin öldürülmesine karşı çok sert biçimde karşı duracaktır ama nafile… 
Matteotti'nin öldürülmesinden sonra faşizm tökezler gibi olsa da yine toparlanır. Hemen bir güvenoyu süreci başlatılır. Mussolini de liberal parti başkanı Federzioni'yi kabinesine alarak 25'e karşı 225 oyla güveni tazeler. Komünistler ve sosyalistler parlamentodan çekilir. Bu yolla iktidarı güç duruma düşüreceklerini düşünürler ama Mussolini için parlamento zaten basit bir ayrıntıydı. Sonrası bilindik hikaye… (BDP'nin bu dönemde meclisten çekilmesini isteyen Kürtler için ciddiye alınabilecek tarihsel bir derstir bu olay. Sosyalist Türkler açısından da BDP dışında muhalefetin kalmadığı görülebilir.)

3 Ocak 2012

Bir Ahlak Sektörü Olarak Uludere Katliamı

  Son dönemlerde “ahlakçılık, eşitlemecilik” gırla giderken tümden modern ayıklamacılığın biçim verdiği bir tür ikiyüzlülükle karşı karşıyayız. Zaten ahlakın tarihsel kodlarını bir genellemeyle ifade edersek karşımıza koca bir barbarlık, yalancılık, her türlü sınıf tahakkümünü kolaylaştıran birtakım “ilahi ve beşeri” kurallar, felsefeler, analizler çıkar. Türk aydınlarının sağıyla, soluyla, liberaliyle, demokratıyla favori bir yöntem olarak Kürt sorununda çatışan tarafları eşitleyen yaklaşımı mide bulandırıcı olduğu kadar cehaletin de  aydınların içine işlemiş tarihsel bir mikrop olarak açığa çıkmasına vesile oldu.  Bu modern dönem cehaleti (Türk aydınlanmacılığı) yapısal benzeştirmeler (analoji kurmak) yaparak bunu başarır. Dünyada da örnekleri mevcut ama bu yazıyı ilgilendiren bizdeki “ahlakçılık”…
  Paris Üniversitesi öğrencileri İspanyol Aziz İgnatuis rehberliğinde faaliyete başladıklarında “amacı gerçekleştirecek araçlar meşrudur.” gibisinden kutsal bir söylem yaydılar gizliden gizliye. Daha sonra bu  Cizvit Rahipleri (Jesuit priests) öğretisi olarak kaldı. 20 .yüzyılın Bolşevik önderi Lenin de “Amaç politik iktidardır, buna hizmet eden her yol denenmelidir.” tespitini yapmıştır. “O halde Leninist sosyalist yaklaşımlar Cizvittir.” saçmalığına varacak kadar akıl dışılığa çıkan bu anlayış Türk siyaseti ve onun kolu kanadı aydınları tarafından hiç terk edilmedi. Bir anda bu aydınların nezdinde Çarizm ile Bolşeviklik kardeş olur. Bir bakarsınız ertesi gün PKK ile Türk devlet teşkilatının tarihsel kirliliğini gizli askeri ve polisiye kurallarla yeniden dirilten JİTEM aynı olur. ( Bu iki yapıyı hangi sorunların şekillendirdiği, hangi amaçlarla savaştıklarının bir önemi kalmaz. Görüleceği üzere tarihsel ve toplumsal önemi itibarsızlaştırma da peşi sıra gelmektedir. Yıldıray Oğur ve efendisi Ertuğrul Özkök’ün kulakları çınlasın) Yine Hannah Arendt’in bir Amerika ideolojisini meşrulaştırmak için “komünizm ve faşizm” kardeştir türü zırvalıklarını siyaset bilimi diye pazarlayanlar KCK‘yi paralel devlet ilan ediverdiler. (70’lerin solcu düşmanları liberal olunca böyle oluyor demek. Akyollar, başbakanlar, cumhurbaşkanları dahil) Sorunları bu kafayla analiz edenler birkaç gün önce Uludere katliamının da müsebbipleri olarak “tarihsel faşist blokunun” birer parçası oldular.
Uludere katliamını birkaç bakış açısıyla değerlendirelim:
·         “Sınır kaçakçılığı yapmışlar o halde ölümü hak ettiler.”  (Bu, tipik faşist paronoya. O insanları vuran asker-pilot-mit-emniyet-ajan ve en önemlisi bu kurumlara yetki veren siyasi iktidar ve onun Mehmetçik kalemlerinin düşüncesi…Kitlesel karşılıkları milliyetçi duyguları şişirilmiş yoksul Türkler, ödlek orta sınıf ulusalcılar, elbette büyük sermaye ) İşin korkunç tarafı bunların sınır felsefesi modern devletin belirlediği kanun ve kuralın tanımladığı sınırdan öte değil. Kendi sınırlanmışlıkların acısını Kürt köylülerinden çıkarma gibi gizil duygularının da olacağı kanısındayım. Yoksa devlet ve yaygın toplum ahlakını bir tarafa bıraksalar o toprakları sınırlayan bir çizgi olmadığını anlarlar. Bu sınırların en fazla devlet eliyle belirlenmiş ve bugün içinde yaşadığımız bu korkunç savaşın bir nedeni olduğunu fark ederler. Fark edemediklerinden başbakanları en cahilane biçimde çıkıp “PKK olmasaydı o köylüler öldürülmezdi.” gibi korkunç bir cesaret göstermezdi. 2dakika düşünerek laf etse “Türk devleti bu haliyle olmasaydı PKK olmazdı” gibi akıl ötelemesine varırdı.
·         “Bu, bir istihbarat hatasıdır, bir faciadır.” Ahlaki açıdan bu görüş sahiplerinin zihinsel süreçlerini az deşsek fikir olarak demokrat, liberal, Müslüman, sosyal demokrat falan gibi devasa bir topluluk çıkar karşımıza. Yanlış istihbarata olayı bağlayarak işlenen insanlık suçunu da hafifletmeyi esas alırlar. İtibar edilmemesi elzemdir. Çünkü bu fikirde olanların argümanları Elif Şafak vicdancılığı kadar çürük, Hilal Kaplan Müslümanlığı kadar kof… (Uçaklar 38 PKK’liyi doğru istihbaratla vursalardı demokratlığımız veya Müslümanlığımız sınanmayacak mıydı? Çünkü PKK’li olmak;  bir sorunun, tarihsel, siyasal, sosyolojik, ekonomik yönleri birbirine eşit olan bir sorunun minik bir sonucudur. Genelde bu sorunlar Türk devletleşmesi şeklinde uluslar arası alanda kendisine meşruiyet zemini bulmuş “modern Türk Kabileleşmesi”nin bir sonucu olarak doğmuştur. Siz Kürtlerin doğal ve siyasi talepleriyle devlet olarak barışırsanız, onları ulusal ve sınıfsal sorunlarını onlarla çözerseniz PKK diye bir örgüt olmayacak bu tip yanlış istihbaratlar da olmayacak.
   Cahil bir köşe yazarı, gazeteci, romancı, öykücü Kürtlerin doğal ve siyasi taleplerle Türk devletleşmesinin özünde yatan faşizmle mücadelesinin nedenlerini ve sonuçlarını kavramayacak olursa kendisini iki ateş arasında bulur ve iki tarafa da güya nefretle bakar. Aslında bu devletin katliamcı tarihselliğini gizliden gizliye onaylayan habis bir ırkçılıktır. Peki, kim bu ahlakçı demokratlar? Buna Yoldaş Trocki’nin ağzından cevap verelim: “Bunlar çöken veya çökmekten korkan orta tabakanın ideologlarıdır. Bu tür peygamberler, tarihin büyük hareketlerine duydukları tiksinti, düşüncelerinin gerici muhafazakarlığı, yetersiz kafalarından memnun olmaları ve en ilkelinden siyasi ödleklikleriyle belli ederler kendilerini. Ahlakçılar isterler ki tarih onları tozlu kitapları, küçük dergileri, aboneleri, sağduyuları ve kurallarıyla baş başa rahat bıraksın. Ama tarih onları rahat bırakmaz.”





self determinasyon,öz yönetim

20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür

öz yönetimin gerekçesi

Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.

Pages

öz yönetimin tarihi

Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.