“Türkiye’nin Zihin Tarihi” adlı yapıtında Hilmi Yavuz şöyle der; “Sabri Ülgener dışında pek az aydınımız Osmanlı’nın zihin tarihiyle ilgilenmiştir. Belki biraz Fuat Köprülü, biraz da Şerif Mardin…Zihin tarihi, aynı zamanda medeniyet tarihidir. Ve Zihniyet tarihi hiç şüphe yok ki sadece resmi arşiv belgelerine dayanılarak yazılan tarih olamaz.” Yerden göğe kadar haklıdır. Neden mi haklı? İnceleyelim. Belki kiminiz itiraz edecektir; "Hilmi Yavuz, Zaman Gazetesinde yazıyor," bilindik ulusalcı zırvalarla onu da Gülen cemaatinin biricik üyesi, ABD ve İngilizlerin satılmış adamı diye… Ben böyle olsa bile bu adamı yerden göğe kadar haklı buluyorum. Ayrıca Cumhuriyet gazetesinde daha uzun dönem çalışmış, yazdığı şiir, öykü incelemeleriyle, eleştirileriyle edebiyatseverlerin ufkunu epey açmıştır kanısındayım.
Sözünü ettiğim kitabın ilk bölümünde sanat kaynaklarının hangi türden olursa olsun zihniyet dünyasına ve tarihine büyük katkısı olduğunu savunmuştur. Daha doğrusu Ülgener’in bu görüşünü geliştirmiştir. Bu tespitten ben, Althusser’in ideolojik kuşatıcılık belirlemesini çıkarıyorum ki kitabın ilerleyen bölümlerinde bol bol alıntı yapmıştır yazar. Olayın özü şu: Hani denir ya, sanat dediğiniz şey sanat için yapılır, -izmlerden bağımsız olmalı diye, oysa her bir zihinsel etkinliğin, düşünüş tarzının –izmsiz olamayacağı ortada. Her sanatsal etkinlik bir sistemin, bir zihniyetin araçsallaştırılmış halidir. Gramsci, buna ideolojik hegemonya der, bir başka deyişle egemen sistem, farkında olmayanları türlü türlü sanatsal ve sosyal pompalamarla ikna edip, egemen zihniyetin bir nesnesi haline getirme işi der. Bu bölümde Hilmi Yavuz, Osmanlının resmi bilgi-kabul dışında yeterince tanınmadığını söyler. Yavuz’a göre Osmanlı kültürü, bu dünyayı, kullanılabilir bir dünya kılmayı amaçlayan bir kültür değildir. Osmanlı kültürü doğayı da insanın hizmetine sokmak isteyen batılı aydınlanmanın taşıdığı amaçları da taşımaz. Osmanlı kültürü, dünyanın ve doğanın kendisiyle değil onun insan gönlüne aks eden işaretlerinden estetik bilgisini oluşturmuştur. Haliyle dünyadaki ve doğadaki her çatışma, temaşa sadece onu kavramamıza yardımcı olur. Aslolan doğanın ve dünyanın öznel yorumudur. Yani Osmanlı kültürü, bilgi ve bilgi teknolojileri üstüne değil, anlam olayı üzerine inşa olmuştur. Anlam, bilgi ve maddeden önce gelir. Pragmatik açıdan bakıldığında Osmanlının Batı uygarlığı karşısında yenilmesi buna bağlanabilir ama tartışılan şey bu değildir, amaçlanandır.
Yavuz, Osmanlı üretim tüketimi üzerine de çarpıcı ve ikna edici şeyler söylemektedir. Weber’in temel sınıfsal tabakalaşma dışındaki statü tabaklaşması ve ara sınıflaşma üzerindeki tezlerinden yararlanmıştır. Ona göre, Osmanlı toplumunda siyasal egemenliği elinde tutan yönetici tabaka (askeriye ve bürokrasi) özel mülkiyetten yoksun olduğu için sınıf yapısı içinde ayrışmış bir statü tabakası değil, sınıf yapısının dışında bağımsız bir tabaka oluşmuştur ve bunun da adı tüketim tabakasıdır. (Batıda yöneticilerin, merkezi yöneticiler dışındaki yöneticilerin de toprağı ve mülkleri vardı, Osmanlıda tüm mülkler şe’ri hukuka göre Allah’ın ve onun yeryüzündeki gölgesi olan padişaha aittir. Haliyle yöneticilerin, Allah, devlet ve padişaha ait olan bu mülkler üzerinde herhangi bir hakkı yoktu ama “Ekinde yok, biçende yok-Yemede ortak Osmanlı” dedikleri bu olsa gerek. Üretici bir sınıf mevcut ama üretim alanları üzerindeki tüketici asalak tabaka da mevcut. Ayanlara verilen haklar son dönem haklarıdır, bu tezlerin dışında tutulmuştur.)
Kitabın ilerleyen bölümlerinde Osmanlı barışı ve hukuku alanında da son derece çarpıcı değerlendirmeler mevcut. Sözgelimi; Osmanlı sosyal hayatını düzenleyen kurallar sadece Kuran hukuku değildir, seküler kurallar da toplum hayatını düzenlemede önemli rol oynamıştır. Osmanlı hukuku, biri dinsel, öteki örfi veya padişahi gibi iki hukuk sistemi üzerine inşa edilmiştir.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde 1517 yılındaki Yavuz’un Mısır seferinden sonra Osmanlı padişahlarının “halife” unvanını kullandıkları bilgisinin temelinin olmadığını, koca bir yalan olduğunu öğrendim. Bu ideolojik dayatma ya da ulusal efsaneyi ortaya atan herif bir Fransız ve 1788 tarihinde söylemiştir. Daha sonra, 1885 yılında Namık Kemal, “Evrak-ı Perişan” adlı eserinde bu iddiayı tekrarlamış ve günümüze kadar Kemalist zihin operasyoncuları tarafından gelmiştir. Halifeliğin Yavuz’a devri konusunda ne bir belge ne de bir kayıt mevcutmuş. Üstelik halifelik ne iktisap edilebilir bir şeydir ne de devredilecek bir kurumdur. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler için kitabın kendisini okumanızı öneririm. Çarpıcı öyküler mevcut.
Osmanlıda felsefe var mıydı yok muydu sorunu da tartışılmış, şiir v.b metinlerde pozitv dünya ile bağıntılar kurmak suretiyle bir düşünce sistematiği oluştuğu iddia edilmiştir. Günümüzde, "işte hükümet felsefe kitapları içine “hikmet” denilen kavramı koymuş da şeriat gelecekmiş" de türünden yaygaralar için söylenecek tek şey, “hikemiyat” kavramının metafizik dünyayı anlama, yorumlama işi olduğu gerçeğidir… Tek felsefe materyalizm değildir, haliyle materyalist bir bakış açısı Osmanlıda var mıydı yok muydu tartışması çok saçma, zaten materyalist felsefe, öncülü olan metafizik egemen felsefeye karşı geliştirilmiştir, onun bağrından çıkmıştır. Ünlü divan şairleri Baki ve Nedim’in şiirlerine sinmiş dünyevi hayat, sekülar hayat unsurlarının ben o dönem felsefesi içine sinmiş materyalist unsurlar olarak değerlendiriyorum. Hilmi Yavuz, belki mütevazı davranmıştır ama Şeyhi'nin “Harname”si de güzel bir örnek olabilir. Batıdaki çatışmacı zihin, sistemli düşünceler doğurmuştur, oysa Doğuda durum böyle değildir. Sanatlı söyleşinin içine hikmet bilgisi sızmıştır ve bu ciddi bir felsefedir. (Bu, benim iddiam)
Nice kim bu zamâne-i nâ-sâz
Câhile nâz vire ehle niyâ
Ne kadar kim cihân-ı bî-ihlâs
Ârifi hâric ide âmiyi hâs
Ol şehün işi izz ü nâz olsun
Düşmeninün gam ü niyaz olsun
(Bâtıl isteyü hakdan ayrıldım boynuz umdum kulaktan ayrıldım. (Bizim eşek zırladı vor vor; ve: istedim hakkım olmayan bir muz, kulaktan oldum takacakken bir çift boynuz, diyerek anırdı uzun uzun...) Temel düşünce bu...
Osmanlı aydınlanması da Şinasi’nin “Münacat”ındaki gibidir. Siyasal arka plandan yoksun ama felsefi arka planı pozitivizm… Aklı ve vahiyi çatıştırma değil, aklı ve vahiyi değişik alanlarda kullanma eğilimi olarak anlaşılabilir. Foucault’ın modern toplum, tespitleri göz önüne alındığında, tüm toplumsal alanları kışlavari bir proje haline getirme hedefi dikkate alındığında; Osmanlı aydınlanmacı değildi deyip küçümsemek haksızlık olur düşüncesindeyim. "Modern toplum, bir sözleşmeler, dengeler toplumu değil baskılar toplumudur." diyor Foucault…Nitekim dünyada ve bizde aydınlanmanın teolojik totaliterlikten daha beter sekülar hükümranlık yarattığı gerçeği hala canlı… (Faşizm, Kemalizm, proleterya diktatörlüğünü esas alan sovyetik yapı, vs. vs. vs bu da benim iddiam)
Kitabın bence en vurucu bölümü ulusal felsefe çalışmaları üzerine olan bölümüdür… Benden bu kadar... Şimdi bir gününüzü ayırın ve TİMAŞ yayınlarına gidip, TİMAŞ KİTAP KAFE’de enfes bir kahve içiniz. Hilmi Yavuz serisinden ne bulursanız alın… Timaş yayınlarındaki problemli dil ve imla, Seval ve Nevval Akbayık kardeşlerin editörlüğünde çıkan kitaplarda pek azdır. Ayşe Tuba Ayman ve Sakine Korkmaz’ın editörlüğünü yaptığı bu kitap da dil ve imla hatalarından oldukça arınmıştır. Timaş’ta çalıştığım dönemlerde bu soruna ilişkin epey gayret göstermeme rağmen istediğim başarıyı elde edemedim. (Kısa dönem çalıştım, daha çok eğitim yayınları bölümü editörlüğü yaptım, yabancı dil özürlü olduğum için ancak sorumluları kısmi düzeyde ikna edebiliyordum, editör olmak isteyenleriniz hemen bir dil kursuna gitsin
21 Şubat 2010
16 Şubat 2010
Ünlü Anlatım Bozuklukları
1. Deyimlerin yanlış kullanımı; Bir yazılı anlatıda en çok göze çarpan hataların ve bozuklukların başında gelir. Daha çok gramer konusundaki alt yapı eksikliğinden ileri gelir. Kısacası bilmemekten kaynaklı bir bozukluktur. Öğrenmek için azami bir çaba gösterilmeli diye düşünüyorum.
Örnekler;
Nefes nefese ya da soluk soluğa kalmak; Çok yorulmanın neticesinde nefes alamama durumuna düşme. Bazı amatör yazarlar bu deyimi “nefes nefese çarpışmak, bir cephede nefes nefese harb etme, kavga etme” yanlışına düşerler ki bu durumda kullanılacak uygun deyim “göğüs göğse çarpışmak ya da burun buruna gelmektir.”
Burnu kafdağında olmak: Kibirli olmak, burnu havada olmanın bir adım ötesi için kullanılır. Redaksiyonunu yaptığım bazı yayınlarda “başı kafdağında olmak” şeklinde bir yanlışlıkla kullanılır.
Burnunun ucunu görmemek: Çok sarhoş olmak ya da dalgın olmak anlamını karşılar ki bu konudaki en bariz yanlış kullanım, “kalabalıktan birini fark etmeme” anlamıdır.
Göze girmek: Bir kimsenin davranış ve yetenekleriyle ilgi odağı haline gelmesini belirtmek için kullanılır. “Çok başarılı biri olduğu için patronun gözüne battı.”cümlesinde koyu yazılı ifade “gözüne girdi.” Şeklinde düzeltilirse batma eylemini de kurtaracağız. “Göze batmak” deyimi ise “aşırı derecede görünür olmak, rahatsız edici biçimde uygunsuz görünmek” anlamına gelir ki ya bir sitem ya da eleştirel bir yan söz konusu.
Gözden ırak tutulmak ya da gözden ırak olmak: Bu ifade de “gözden uzak tutulmak” şeklinde yazılmamalıdır. Bu deyimdeki “ıramak” sözcüğü “uzak” sözcüğüyle birebir aynı anlamı vermez. Daha çok uzamak eyleminin nitelikli biçimi olan “uzakla(ş)mak ya da iki yer arasındaki mesafenin arası açılarak uzaması anlamını verir.
“Gözden nihan olmak” deyimi ise giderek kaybolma anlamını karşılar. Giz olmak, sır olmak, kaybolmak…
Gözleri çakmak çakmak olmak: Bu deyim de hastalıklı ve ateşli bir kimsenin ya da öfkeli bir kimsenin durumunu daha iyi anlatmak için kullanılır. Bazı gözünü sevdiğimin yazarları neşelenen kimseler için kullanırlar ki büyük hata yapmaktadırlar.
Ayrıca, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…”ifadesini de “alma garibin ahını” diye yazamayız, yazarsak kıyamet kopmaz ama mazluma aybetmiş oluruz.
Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmayı anlatır. Midesi zil çalmak olmaz ki ama… Mide, karın içersinde bir organ ve acıkma esnasında zil rolünü zaten bu organ yapar.
İğne atsan yere düşmez deyiminde de güzellik olsun diye “çuvaldızı” yere atamayız, atarsak anlatmak istediğimiz kalabalık halleri iyi anlatamayız. Hani, o kadar kabalık ki 90-60-90 ölçülerinde ideal bir hatunu bile alacak yer yok meydanda anlamında, oysa çuvaldız dersek şu rakamları 10’a çarpmamız gerekecek.
“Umutlanmak” sözcüğüne de gereksiz yere “etmek” yardımcı eylemini ekleyip “Boş yere umut etme.” Şeklinde cümlede kullanırsak olmaz, “umutlanma” demek yeterli.
Yine “tüyleri diken diken olmak” deyiminde “saçları diken diken olmak” denirse korku ve panik halini anlatma yerine fiziki müdahaleye uğramış saç şeklini anlatmış oluruz.
Şimdilik bu konuda aklıma gelenler yukarıda sözünü ettiklerim. Ama çok yaygın bir anlatım bozukluğudur deyimleri yerli yerinde kullanmama…
2. ANLAMDAŞ SÖZCÜKLERİ BİR ARADA KULLANMA;
Yüzyıllık cumhuriyetimizin hepimize dikte ettiği ve bir zamanlar en tepemizdeki sarışın başbakanımızın düştüğü anlatım bozukluğu türüdür. Ders kitaplarımızı hamaset sevici yazarlarımıza hazırlattığımız için bile bile lades oluyoruz da farkında değiliz.
Örnekler;
• “Ebru, çocuğun kulağına eğilerek alçak sesle bir şeyler fısıldadı.”cümlesinde “fısıldamak” sözcüğü zaten alçak sesle konuşma anlamına gelir. Sonradan görmeliğe ne hacet canım…
• “Birlik ve beraberliğimize yönelik her türlü iç ve dış tehlikeyi savuracak, püskürtecek gücümüz ve kuvvetimiz mevcuttur.”cümlesi de hemen hemen her bayramda her seyranda her merasimde subaylarımızın ya da idari amirlerinizin dilinden eksik olmaz. Ekonomide önlem almayı nasihat eden bu cümle askeri ve sivil yöneticilerimiz dilde ekonomik davranabilseler sanırım insanlar birbirini daha iyi anlayacak. Şimdi yukarıdaki cümleyi bir de ben yazayım; “Birliğimize ve dirliğimize yönelik her türlü tehlikeyi püskürtecek gücümüz mevcuttur.” Bu kadar basit. Millete gaz vermeye ne hacet canım…
• “Milletimiz ve ulusumuz çok yaşasın.” Bu ifade de eski darbeci öğretmenlerimizin milliyet severlik duygusuyla defalarca bize öğrettikleri yanlışlardan biridir.
• “Ülkemizin ve yurdumuzun sorunları bitmiyor, tükenmiyor.” Bitmek anlaşılır da sorun tükenmek ya da sorun tüketmek neyin nesi oluyor anlamadım. Manavdan muz mu alıyorsun acele ediyorsun be teyzem, tükenecek olan muz gibi iyi şeyler mi yoksa kavanoza tıkadığın sorunlar mı?
• “Bu kız sanki Kürt kızı gibi…” Yeni yetme, budala gençlerimizin sözcük dağarcıklarına girmiş aynı anlama gelen iki ilgecin bir arada kullanılması da dilimize yöneltilmiş Sorosçu tehditlerdendir. Çiçek işlemeli kot giyen yoksul kızları sokakta, okulda, kafede Kürtlere benzeten mavi kanlı Türk gençlerine has bir kullanım…
3. SÖZCÜKLERİ YANLIŞ ANLAMDA KULLANMA;
• “Hükümetin AB yanlısı tutumu sayesinde kurda kuşa borçlu olmamız sağlandı.”AB’ye onurlu girişten söz eden ırkçı ve ulusalcı kesimlerin bariz anlatım bozukluklarına güzel bir örnektir. “Sayesinde” değil, “yüzünde” olacak, “sağlandı” değil “sonucu doğdu” olacak.
• “CHP ve MHP yüzünden hükümet, milli çıkarlarımızın farkına vardı.”cümlesinde “yüzünden” değil, “sayesinde” olacak.
• “TEKEL işçilerinin hükümetimiz karşısındaki direnişi asla bizi özelleştirme yolundaki çabamızdan alıkoyamayacaktır.” “geri adım attırmayacaktır.” Ya da yolumuzdan bizi çeviremeyecektir.”şeklinde olacaktır.
Aşağıdaki cümlelerde koyu yazılmış sözcüklerin yerine parantez içinde verilmiş sözcükleri yazarak kullanınız.
• Zenginle yoksul arasındaki uçurum giderek artıyor. (derinleşiyor)
• Bahçeye ektiğin armut fidanı kurumuş. (diktiğin)
• Neslihan’ın tırnakları büyümüş. (uzamış)
• Nur, içeri girdi ve kendini tanıştırdı. (tanıttı)
Aşağıdaki cümlelerde altı çizili sözcükleri cümleden atınız.
• Tam üç beş kişiydiler.
• Bundan aşağı yukarı tam üç yıl öncesiydi.
Zaman zaman bu çok bilmiş edebiyat ve kültür kişiliğimi bir yana bırakıp bu tip sorunlara el atacağım...
Örnekler;
Nefes nefese ya da soluk soluğa kalmak; Çok yorulmanın neticesinde nefes alamama durumuna düşme. Bazı amatör yazarlar bu deyimi “nefes nefese çarpışmak, bir cephede nefes nefese harb etme, kavga etme” yanlışına düşerler ki bu durumda kullanılacak uygun deyim “göğüs göğse çarpışmak ya da burun buruna gelmektir.”
Burnu kafdağında olmak: Kibirli olmak, burnu havada olmanın bir adım ötesi için kullanılır. Redaksiyonunu yaptığım bazı yayınlarda “başı kafdağında olmak” şeklinde bir yanlışlıkla kullanılır.
Burnunun ucunu görmemek: Çok sarhoş olmak ya da dalgın olmak anlamını karşılar ki bu konudaki en bariz yanlış kullanım, “kalabalıktan birini fark etmeme” anlamıdır.
Göze girmek: Bir kimsenin davranış ve yetenekleriyle ilgi odağı haline gelmesini belirtmek için kullanılır. “Çok başarılı biri olduğu için patronun gözüne battı.”cümlesinde koyu yazılı ifade “gözüne girdi.” Şeklinde düzeltilirse batma eylemini de kurtaracağız. “Göze batmak” deyimi ise “aşırı derecede görünür olmak, rahatsız edici biçimde uygunsuz görünmek” anlamına gelir ki ya bir sitem ya da eleştirel bir yan söz konusu.
Gözden ırak tutulmak ya da gözden ırak olmak: Bu ifade de “gözden uzak tutulmak” şeklinde yazılmamalıdır. Bu deyimdeki “ıramak” sözcüğü “uzak” sözcüğüyle birebir aynı anlamı vermez. Daha çok uzamak eyleminin nitelikli biçimi olan “uzakla(ş)mak ya da iki yer arasındaki mesafenin arası açılarak uzaması anlamını verir.
“Gözden nihan olmak” deyimi ise giderek kaybolma anlamını karşılar. Giz olmak, sır olmak, kaybolmak…
Gözleri çakmak çakmak olmak: Bu deyim de hastalıklı ve ateşli bir kimsenin ya da öfkeli bir kimsenin durumunu daha iyi anlatmak için kullanılır. Bazı gözünü sevdiğimin yazarları neşelenen kimseler için kullanırlar ki büyük hata yapmaktadırlar.
Ayrıca, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…”ifadesini de “alma garibin ahını” diye yazamayız, yazarsak kıyamet kopmaz ama mazluma aybetmiş oluruz.
Karnı zil çalmak: Çok acıkmış olmayı anlatır. Midesi zil çalmak olmaz ki ama… Mide, karın içersinde bir organ ve acıkma esnasında zil rolünü zaten bu organ yapar.
İğne atsan yere düşmez deyiminde de güzellik olsun diye “çuvaldızı” yere atamayız, atarsak anlatmak istediğimiz kalabalık halleri iyi anlatamayız. Hani, o kadar kabalık ki 90-60-90 ölçülerinde ideal bir hatunu bile alacak yer yok meydanda anlamında, oysa çuvaldız dersek şu rakamları 10’a çarpmamız gerekecek.
“Umutlanmak” sözcüğüne de gereksiz yere “etmek” yardımcı eylemini ekleyip “Boş yere umut etme.” Şeklinde cümlede kullanırsak olmaz, “umutlanma” demek yeterli.
Yine “tüyleri diken diken olmak” deyiminde “saçları diken diken olmak” denirse korku ve panik halini anlatma yerine fiziki müdahaleye uğramış saç şeklini anlatmış oluruz.
Şimdilik bu konuda aklıma gelenler yukarıda sözünü ettiklerim. Ama çok yaygın bir anlatım bozukluğudur deyimleri yerli yerinde kullanmama…
2. ANLAMDAŞ SÖZCÜKLERİ BİR ARADA KULLANMA;
Yüzyıllık cumhuriyetimizin hepimize dikte ettiği ve bir zamanlar en tepemizdeki sarışın başbakanımızın düştüğü anlatım bozukluğu türüdür. Ders kitaplarımızı hamaset sevici yazarlarımıza hazırlattığımız için bile bile lades oluyoruz da farkında değiliz.
Örnekler;
• “Ebru, çocuğun kulağına eğilerek alçak sesle bir şeyler fısıldadı.”cümlesinde “fısıldamak” sözcüğü zaten alçak sesle konuşma anlamına gelir. Sonradan görmeliğe ne hacet canım…
• “Birlik ve beraberliğimize yönelik her türlü iç ve dış tehlikeyi savuracak, püskürtecek gücümüz ve kuvvetimiz mevcuttur.”cümlesi de hemen hemen her bayramda her seyranda her merasimde subaylarımızın ya da idari amirlerinizin dilinden eksik olmaz. Ekonomide önlem almayı nasihat eden bu cümle askeri ve sivil yöneticilerimiz dilde ekonomik davranabilseler sanırım insanlar birbirini daha iyi anlayacak. Şimdi yukarıdaki cümleyi bir de ben yazayım; “Birliğimize ve dirliğimize yönelik her türlü tehlikeyi püskürtecek gücümüz mevcuttur.” Bu kadar basit. Millete gaz vermeye ne hacet canım…
• “Milletimiz ve ulusumuz çok yaşasın.” Bu ifade de eski darbeci öğretmenlerimizin milliyet severlik duygusuyla defalarca bize öğrettikleri yanlışlardan biridir.
• “Ülkemizin ve yurdumuzun sorunları bitmiyor, tükenmiyor.” Bitmek anlaşılır da sorun tükenmek ya da sorun tüketmek neyin nesi oluyor anlamadım. Manavdan muz mu alıyorsun acele ediyorsun be teyzem, tükenecek olan muz gibi iyi şeyler mi yoksa kavanoza tıkadığın sorunlar mı?
• “Bu kız sanki Kürt kızı gibi…” Yeni yetme, budala gençlerimizin sözcük dağarcıklarına girmiş aynı anlama gelen iki ilgecin bir arada kullanılması da dilimize yöneltilmiş Sorosçu tehditlerdendir. Çiçek işlemeli kot giyen yoksul kızları sokakta, okulda, kafede Kürtlere benzeten mavi kanlı Türk gençlerine has bir kullanım…
3. SÖZCÜKLERİ YANLIŞ ANLAMDA KULLANMA;
• “Hükümetin AB yanlısı tutumu sayesinde kurda kuşa borçlu olmamız sağlandı.”AB’ye onurlu girişten söz eden ırkçı ve ulusalcı kesimlerin bariz anlatım bozukluklarına güzel bir örnektir. “Sayesinde” değil, “yüzünde” olacak, “sağlandı” değil “sonucu doğdu” olacak.
• “CHP ve MHP yüzünden hükümet, milli çıkarlarımızın farkına vardı.”cümlesinde “yüzünden” değil, “sayesinde” olacak.
• “TEKEL işçilerinin hükümetimiz karşısındaki direnişi asla bizi özelleştirme yolundaki çabamızdan alıkoyamayacaktır.” “geri adım attırmayacaktır.” Ya da yolumuzdan bizi çeviremeyecektir.”şeklinde olacaktır.
Aşağıdaki cümlelerde koyu yazılmış sözcüklerin yerine parantez içinde verilmiş sözcükleri yazarak kullanınız.
• Zenginle yoksul arasındaki uçurum giderek artıyor. (derinleşiyor)
• Bahçeye ektiğin armut fidanı kurumuş. (diktiğin)
• Neslihan’ın tırnakları büyümüş. (uzamış)
• Nur, içeri girdi ve kendini tanıştırdı. (tanıttı)
Aşağıdaki cümlelerde altı çizili sözcükleri cümleden atınız.
• Tam üç beş kişiydiler.
• Bundan aşağı yukarı tam üç yıl öncesiydi.
Zaman zaman bu çok bilmiş edebiyat ve kültür kişiliğimi bir yana bırakıp bu tip sorunlara el atacağım...
14 Şubat 2010
Pınar Selek'in 17 Mayıs 2006 tarihli 12. Ağır Ceza Mahkemesi'ne verdiği Savunması
Hukuki dilde adı “savunma” olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum.
Evet, Mısır Çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. Şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.
Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. Bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. Sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim.
14 Nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, Flaubert’in “Sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “Birçok hayatın içine girmek istiyorum. Yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen Baurdieu’ye gönderme yapmıştım. İşte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım.
Doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu Yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi.
Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi.
Toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. İlk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. Maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. Atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. Bir de dergi çıkarttık. Yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını Misafir koyduk. Herkes, “Misafirlik öldü… Televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. Biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik.
Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu.
Ve olan oldu. Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. Zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. Ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum.”
Evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. Bir gece yarısı E5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. Buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. Sadece onlar mı? Sokak Sanatçıları Atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. Bu, onlar için hiç de kolay değildi. Sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. Buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "Pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. Ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. Çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. Ama beni dinlemediler. Aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. Orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.
Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
Peki ya benim açımdan, neler oldu?
Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
Ben de bu oyunun kurallarına takıldım. Açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. Ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim.
Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. İnsanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. Ama sanırım, burada söylemek zorundayım: Eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. Ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. Filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. Hemen hemen hiç uyutulmadım. “Sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. Akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. İşkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. Çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. Her şeyin ortaya çıkacağından emindim. Atölye benim işyerim değildi. Orada bomba bulunması imkânsızdı. Zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. Ama komplocular inatçıydı. Cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. Senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. Mısır Çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da Pınar’mış. Ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. Değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. İşkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. Ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. Senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. Bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. Bence bu sürecin en büyük mağduru onlar.
Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.
Pekiyi nasıl direndim? Nasıl savundum kendimi?
Beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. Dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. Sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. Ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. O kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. Ben de dalmadım. İlk mahkemede "Mısır Çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. Ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. Mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım.
İki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. Kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum.
Cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. Orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. Geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. Bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. Ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. Sayın Mahkeme Heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi Ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. En kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. İnsanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. Benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.
Ama ben, her şeye rağmen, Mısır Çarşısı komplosuna yenilmedim. Sırrım sevgiydi. Başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. Babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. Kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. Elini hep omuzumda hissettim. Annem, bir Cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. Daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. Kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. Ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. Fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. Nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. Mısır Çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “Ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. Avukatın olacağım” dedi. Gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. Sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. Ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. Sadece ailem mi? Babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. Diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. Öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. Hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. Son duruşmadan sonra, başta Türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “Pınar Selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
Sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.
Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "Herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. İlk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.
6- 7 Eylül olayları hala aklımızda... Suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. Aziz Nesin bile bu nedenle tutuklandı. Bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği Yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. Hatta bombayı atanın, Oktay Engin adında bir MİT mensubu olduğu açığa çıktı. Ama ne oldu? Solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar.
Hep öyle oldu. Muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. Orhan Veli’nin dediği gibi:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
Sen ne domuzsun sen...
Saygılarımla...
PINAR SELEK
Evet, Mısır Çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. Şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım.
Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu. Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum. Bu arayışla, okul yılları boyunca, bilgi-iktidar ilişkisini, bilimin kurumsallaşma biçimini, dokunulmayan kutsallıkları, dil ve davramış kalıplarını sorgulayarak kendimce bir patika çizmeye çalıştım. Sorularıma yanıt bulmak için yoğun emek sarf edip öğrendiğim her kelimeyle boğuşunca, üniversiteyi birincilikle bitirdim.
14 Nisan 1999’da, mahkemenizde yaptığım savunmada, Flaubert’in “Sosyolog, elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak” sözünden hareketle, “Birçok hayatın içine girmek istiyorum. Yani o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında ilişki kurmak” diyen Baurdieu’ye gönderme yapmıştım. İşte bu motivasyonla başlayan öğrencilik yıllarım, okul koridorlarında ya da kantinde değil, hayatın içinde geçti; hep dokunulmayanlara dokunarak, kendimce, karanlıkları aydınlatmaya çalıştım.
Doktorlar gibi, sosyologların da toplumsal yaralara el sürme kabiliyetinde olması gerektiğine inanıyordum. Travestilerin Ülker Sokak’tan dışlanmasına ilişkin araştırmamı tamamlayıp bunu Yüksek lisans tezi haline getirdikten sonra, “alacağımı aldım” deyip sorunlarını paylaştığım insanları öylece bırakamazdım. Bırakmadım da. Çeşitli araştırmalar aracılığıyla tanıştığım ve her biri, farklı dışlama ve kapatma mekanizmasından etkilenen insanlarla birlikte, ortak bir atölye çalışmasında yer aldım: Sokak Sanatçıları Atölyesi.
Böyle bir atölyenin cephanelik olarak tanıtılması korkunç bir şey. Hayır, asla atölyemize bomba giremezdi. Tersine, o küçücük mekanda her türlü şiddeti aşmaya, şiddetin yarattığı yaraları sarmaya çalışıyorduk. Bu değerli çalışmayı, sadece benim ya da atölyedeki insanlar için değil, toplum için temize çıkarmak zorundayız. Korkunç suçlamalarla lekelenen atölyemiz bir sevgi bahçesiydi.
Toplumun çöpe attığı insanlar, çöp kutularındaki işe yarar malzemeleri toplayıp bunları, o atölyede, sanat eseri haline getiriyorlardı. İlk başta birlikte nasıl duracaklarını, kuşatma ve dışlamayla nasıl başa çıkılacağını bilmeyen insanlar olarak, sanatla birlikte dirildik, çiçek açtık, hatta kök salmaya başladık. Maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. Atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. Bir de dergi çıkarttık. Yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını Misafir koyduk. Herkes, “Misafirlik öldü… Televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. Biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik.
Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu.
Ve olan oldu. Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. Zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. Ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum.”
Evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. Bir gece yarısı E5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. Buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. Sadece onlar mı? Sokak Sanatçıları Atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. Bu, onlar için hiç de kolay değildi. Sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. Buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "Pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. Ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. Çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. Ama beni dinlemediler. Aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. Orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.
Sevgimiz kirlenmedi ama atöylemiz dağıldı.
Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...
Peki ya benim açımdan, neler oldu?
Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana mal edilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir anti militarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır.
Ben de bu oyunun kurallarına takıldım. Açıkçası, yaptığım araştırma nedeniyle başıma çeşitli sıkıntılar gelebileceğini, belki bu nedenle huzurunuza çıkabileceğimi tahmin ediyor ve bunu göze alıyordum. Ama böyle korkunç, insanlık dışı bir komplonun içine düşeceğimi tahmin bile edemezdim.
Gözaltına alındığımda ilk önce benden, araştırmamda konuştuğum insanların ismini istediler. Yıllardır suça itilen insanlarla ilgili araştırmalar yaptığımı ve hiçbirine ait bilgileri polise vermediğimi söyleyerek istediklerini yerine getirmedim. Bu arada araştırmamı inceliyorlardı. Sonra birdenbire araştırmam yok edilerek bombaya dönüştürüldü. Araştırma yaparken militanlara yardım ettiğim, bombalarını sakladığımı iddia ettiler. Yani anti militarist bir araştırmayı bombaya dönüştürdüler. İşyerim sandıkları atölyede ve benim üzerimde patlayıcı bulunduğunu söyleyerek işkenceyi yoğunlaştılar. İnsanın kendisine yapılan işkenceyi anlatması zordur. Ama sanırım, burada söylemek zorundayım: Eliniz kesilince ya da ayağınız burkulunca bile neler hissettiğinizi düşünürseniz işkence altındaki bir insanın neler yaşadığını tahmin edersiniz. Ben, çok yoğun ve dayanılmaz bir işkence gördüm. Filistin askısından kolum çıktı, çok kötü biçimde yeniden taktılar. Hemen hemen hiç uyutulmadım. “Sünger gibi olacak” çığlıkları arasında beynime yapılan işkence, akıl hastanelerinde delilere yapılan “şok tedaviden” farksızdı. Akıllılık-delilik meselesinde bu kadar yoğunlaşan bir kadının “şok” a uğratılması çok romansı gibi durabilir ama yaşaması güç. İşkencenin en büyüğü ise, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama “şunların elinden kurtulayım…” duygusu hala hatırımda. Çünkü bana yüklenen suçlamaların saçmalığı ortadaydı. Her şeyin ortaya çıkacağından emindim. Atölye benim işyerim değildi. Orada bomba bulunması imkânsızdı. Zaten kısa bir süre sonra, atölyede bulunduğu iddia edilen patlayıcıların, daha önce polisin elinde olduğu ortaya çıktı. Ama komplocular inatçıydı. Cezaevine girdikten bir ay sonra, “yakında çıkarım” diye düşünürken, televizyonda kendi görüntülerimi gördüm. Senaryo büyüyordu, ben de baş oyuncusu olmuştum. Mısır Çarşısı patlaması bombaymış, bombalayan da Pınar’mış. Ekranda kendimi izlerken, boşlukta yüzer gibi olduğumu hatırlıyorum. Sonra arka arkaya birçok suçlama geldi. Değişik insanlardan alınan ifadeler sonucu, ben cezaevindeyken gerçekleşen mafyatik bir öldürme olayından başka patlamalara kadar, birçok suç bana yıkılmaya çalışıldı. İşkence sonucu zorla ifade imzalayan insanlar, mahkemede, nasıl bir baskıya uğradıklarını anlattılar. Ama bu, karmakarışık suçlamalar dizisiyle karşı karşıya kalmamı engellemedi. Senaryonun en acıklı kısmı ise, itirafçılık trajedisi oldu. Bu insanların, dava süresince ne hale geldiğini hepimiz izledik. Bence bu sürecin en büyük mağduru onlar.
Araştırmamın yok edilmesi, bana acı verdi. Ama en kötüsü yaraya el sürmeye çalışan bir tutumun bu şekilde cezalandırılması daha sonraki teşhis ve tedavi çabalarına yönelik de bir gözdağı oldu. Benim şahsımda, bağımsız bir duruş arayışında olan kadınlara ve erkeklere bir işaret çakıldı. Sosyologlara, sosyal bilimcilere, aktivistlere parmak sallandı. Ben, bir sembol olarak seçildim.
Pekiyi nasıl direndim? Nasıl savundum kendimi?
Beni cezaevine götüren memurlar, ısrarla, yakında intihar edeceğimi, annemin de öleceğini söylüyorlardı. Dört duvarın arasına girince, bunun ne demek olduğunu çok düşündüm. Sonra arka arkaya gelişen olaylar, bu sözün arkasındaki niyeti ortaya çıkardı. Ama o sıralar ben de, annem de yaşama sarıldık. O kadar çok suçlama, o kadar çok kriminal vaka içine sürüklenmiştim ki, bunların içine dalarsam boğulacaktım. Ben de dalmadım. İlk mahkemede "Mısır Çarşısı patlaması eğer bombadan kaynaklanıyorsa bu bir insanlık suçudur. Ama benim maruz kaldığım suçlamalar da bir insanlık suçudur" dedim, tüm suçlamaları reddettim ve çalışmalarımı, cezaevinde de olsa sürdürmeye çalıştım. Mahkeme ve ilgili konuların psikolojik etkisi altına girmeden yaşamayı başardım.
İki buçuk sene kadın koğuşunda kalmak, nasıl anlatılır bilmiyorum. Kendimle çok yüzleştiğimi, ihtiyaçlarımın, yapmak istediklerimin billurlaştığını; düşünsel ve duygusal bir karmaşa ve sadeleşmeyi birlikte yaşadığımı hatırlıyorum.
Cezaevinde geçen 2,5 seneyi bir kazanıma dönüştürdüm. Orada yazdıklarımın çoğunu dışarıya çıkaramasam da, hatta akıbetlerini bilmesem de, yazmak beni biriktirdi, güçlendirdi. Geçmişte birçok filozofun, fikir insanının yaşadığı acıları biliyorum. Bazen doğrular için lanetlenmek durumunda kalıyor insan. Ve hakikat aşkına, bunu göze alabiliyor. Sayın Mahkeme Heyeti, ilk duruşmalarda, kendimi Ortaçağ’da cadı diye yakılan kadınlarla özdeşleştirdiğimi hatırlar. Ama şiddet karşıtı olan, hayatını şiddete, militarizme ve tüm savaşlara karşı mücadeleye adamış bir insanın, katliam sanığı olarak topluma tanıtılması korkunç bir şey. En kötüsü de medyatik bir insan oldum çıktım. İnsanın, sürekli kendini anlatmak durumunda kalması, özgürlüğü, özgünlüğü, hakikatle kurulan ilişkiyi bozar. Benim açımdan da böyle bir bozulma oldu maalesef…
Cezaevinden çıktıktan sonra, suçluluk psikolojisiyle, “uslu kız” görüntüsü veren bir role bürünmedim. Bu davanın hayatımı etkilemesine izin vermedim. Tahliye edilir edilmez, cezaevi kapısında, barış için mücadele edeceğimi söyledim. Madem ki küçücük bir barış çabam böyle cezalandırılmıştı; o halde, bu çabayı büyütmem, her şeyden önce, kendime saygı açısından gerekliydi. Yaşamıma, başıma bu komplo gelmeden önceki arayışlarım yön verdi. Bu sefer, üzerime dolaylı ya da doğrudan tehditlerle geldiler. Şimdiye kadar hakkımda iddia ettikleri tüm suçlamaların saçmalığı, huzurunuzda ortaya çıkınca, beni bir şekilde mahkûm etme tutkusu devam etti. Milliyet gazetesindeki asparagas haberin, büyük bir acz içinde, dosyaya konması bunun son örneğidir. Oysa aynı gazetede, haberin geçersizliğini ortaya koyan ve gözden kaçtığı için, genel yayın yönetmenin dahi özür dilediği geniş bir yazı çıkmıştı. Bu tür haberlerin nasıl yapıldığını siz benden iyi biliyorsunuz. Gazete yönetiminin bile fark edip özür dilediği bu haberin hemen dosyaya girmesi, beceriksizlikle sürdürülmeye çalışılan bir komployu gözler önüne seriyor.
Ama ben, her şeye rağmen, Mısır Çarşısı komplosuna yenilmedim. Sırrım sevgiydi. Başta ailem, sonsuz bir güven ve emekle hep yanımda oldu. Babam, ilk günden itibaren, elinde piposuyla, dedektif gibi çalıştı. Kendi kızını ameliyat etmek zorunda olan cerrahların yaşadığı sıkıntının, onda da olduğunu tahmin ediyorum ama bunu hiç belli etmedi. Elini hep omuzumda hissettim. Annem, bir Cumhuriyet kadınıydı ve en çok da bu yüzden başıma gelenlerden çok fazla etkilendi. Daha önce telefon konuşmalarını dinledikleri için öleceğini söyledikleri annem, ağır kalp hastası olmasına rağmen, kızına yönelik bu korkunç saldırıya karşı kendini siper etti. Kapı kapı dolaştı ve toplumla cezaevindeki kızı arasında bir köprü oldu. Ama tahliyemden sonra kalbine yenik düştü. Fakat son mütalayı duymadığı için, acıyla değil, adalet duygusuyla aramızdan ayrıldı. Nitelikli bir işletmeci olan kardeşim ise benim için hayatını değiştirdi. Mısır Çarşısı suçlamasını duyar duymaz cezaevine geldi ve “Ben senin hukuk mücadelenin içinde olacağım. Avukatın olacağım” dedi. Gerçekten de başarılı olduğu işini bıraktı, üniversite sınavlarına girdi, kazandığı hukuk fakültesini bitirdi ve avukatım oldu. Sevginin gücü, en büyük zorluklar karşısında bile, insanı dirençli kılar. Ben bu direnci, özellikle ailem sayesinde korudum. Sadece ailem mi? Babam, verdiği hukuk mücadelesinde hiç yalnız kalmadı. 7 yıldır savunmamı yapan hukukçular, büyük bir fedakarlıkla bu komployla boğuştular ve benim hukuka olan inancımın canlı kalmasını sağladılar. Diğer yandan, başta kadın arkadaşlarım olmak üzere, çevremde bir kenetlenmeyi sürekli hissettim. Öyle bir dayanışmaya tanık oldum ki, insana dair umudum hep diri kaldı. Hocalarım, mahkemeye benimle ilgili görüşlerini yazdılar. Son duruşmadan sonra, başta Türkiye'nin en önemli sanatçı ve düşün insanları olmak üzere, binlerce kişi “Pınar Selek’in şiddet karşıtı olduğuna tanığız” diye açıklamalar yaptılar.
Sekiz yıl boyunca ayakta kalmamı sağlayan aileme, hukukçulara, dostlarıma, kadınlara ve tüm dürüst insanlara teşekkür ederim.
Ben kendimi korudum, kuşatmaya, lanetlenmeye karşı varlığımı savundum. Bu komplo beni zayıf düşürmedi ama ülkemiz açısından, tarihin tekerrürüne hizmet etti. Elimden alınan araştırma, tüm eksikleriyle birlikte, yaşadığımız sorunları, milli güvenlik siyasetinin dışında bir bakışla analiz etmenin yollarını arıyordu. Yanlışlık ya da doğruluk ayrı meseledir. Ama bir olgu eğer gerçekse, önemli olan bu gerçekliği derinlikli tanımlamaktır. "Herşey apaçık olsaydı, bilime gerek kalmazdı" sözü hiç unutulmamalıdır.. İlk bakışta gördüğümüz bir elmanın düşüşü, bilimsel açıdan baktığızda, bize ağacın kökünden, rüzgara, toprağa kadar bir çok gerçekliğe işaret eder. Son yirmi yıldır yaşadığımız şiddet ortamını da böyle ele almak zorundayız. Sorunları aşmak, onların anlaşılmasına bağlıdır, anlaşılması için ise araştırmak gerekir. Ben, iyi niyetli en küçük bir çabayla bile iyileşeceğimize inanıyorum. Ama bitiremiyoruz. Ve suyun kirlenmesini, havasız kalışımızı sadece izliyoruz.
6- 7 Eylül olayları hala aklımızda... Suç komünistlere atıldı, ülkenin her tarafında komünist tevkifatlar yapıldı. Aziz Nesin bile bu nedenle tutuklandı. Bu vahşetin o zamanki siyasal iktidar tarafından organize edildiği Yassıada mahkemelerinde anlaşıldı. Hatta bombayı atanın, Oktay Engin adında bir MİT mensubu olduğu açığa çıktı. Ama ne oldu? Solcular bir dönem susturuldular ve kendilerini savunmak durumunda bırakıldılar.
Hep öyle oldu. Muhalefet, hesap sormasın diye sürekli asılsız suçlamalarla damgalandı ve hesap vermek zorunda bırakıldı. Orhan Veli’nin dediği gibi:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek bütün binaları yakan sensin
İstanbul’dakileri sen
Ankara’dakileri sen
Sen ne domuzsun sen...
Saygılarımla...
PINAR SELEK
9 Ocak 2010
Çalgıcı Smiçkov'un Kır Fantezileri
Prens Bibulov’un konağına bir çalgıcı olarak davet edilmekten daha gurur okşayıcı ne olabilir, diye sorsalar muhtemelen günümüzde Carla Burini’nin yaşadığı eve konuk olarak çağrılmak gibi bir şey olur derim. Smiçkov, omzunda deri kaplı bir mahfaza ve kocaman bir kontrbasla bu davetin ruhunda yarattığı hoşnutlukla bir nehir kenarında yürüyordu. O anda şairce duyguları şaha kalkmış safkan bir Arap atı gibi gönlünü perperişan etmiştir. İkindi vakti, nehir suyunun durgun olduğu bir yerde yıkanması gerektiğini düşünür ve hayatını değiştirecek gelişmeler başlamıştır.
Vücudunu serin sulara gömmesiyle akşam güneşinin suya aksiyle romantik dalgalanmalara meyilli Smiçkov birkaç kulaçtan sonra nehir kıyısının dik bir yerinde güzel bir kızın oturarak balık tuttuğunu fark eder. Tüm geçmiş yaşamı bir anda gözünün önünden geçer. Açlık, yoksulluk, aşk… Sevip de evlendiği karısı flütçü Sobakin’le kaçtıktan sonra sosyal insanlığa küsmüştür oysa. Balık tutan güzel kızın uyuduğunu fark eder etmez içinden sökün sökün harekete geçen duyguları iradesi dışında depreşmeye başladı. Bir süre, kızı gözleriyle yiyerek karşısında durur. Adeta şiirlerden fırlayıp gelmiş kızlarınki gibi bir masumiyeti vardı. Beyaz bir tayf gibi siyah nehir sularında dolaşıp durmuş da günün bu anında nehir kenarında yine siyah geceyi bekleyen bir prenses misali... Smiçkov, kızın göğüslerini rüzgârdan etkilenen bir ağacın açılan bir çift yaprağına, saçlarını dere kenarı söğütlerinin sarkmış dallarına benzetir. Sihirli bir şarkılar aklına gelir Smiçkov’un bu manzara karşısında. (Smiçkov’un kız hakkında düşündüğü betimleme tümden bana aittir. Çehov asla böyle bir şey yazmadı. Ama Çehov’un öykülerine konu olan bu dürüst yoksul erkeklerin de zengin, romantik ve şatafatlı bir dünyaları olması gerektiğini düşünüyorum. Çehov, karakterlerine asla kötülük yapmadı, tüm karakterlerini sevdi, belki Tolstoy gibi kent insanının derin dünyasını yazmadı ama ömrü taşrada hekim olarak geçen bir şair yoksulluğu yerinde gördü, yazdı; bugün yaşasaydı kesinlikle nehir kenarına indirdiği kızı benim gibi betimler, bu betimlemeyi de Smiçkov’un duygularına yükleyerek onu zenginleştirirdi.) Smiçkov’un dünyası alt üst olmuştur, uzaklaşmak ister, arkasını dönüp gitmek üzereyken ona bir hediye bırakması gerektiğini düşünür. (Burası da günümüzde yaşansaydı dere kenarında çıplak balıkçı bir kızı gören nice koç yiğidin hediye bırakma isteğinden ziyade pozisyon zenginliği yaşatmak isteyeceklerinden eminim. Hatta olmadı, önce şekilden şekle sokup bir güzel düzerler, sonra da cesedini iki parçaya ayırıp dereye atarlardı. Bu cinayetin arka planıyla ilgili komplo teorisi üretilir, kızın Rum casusu olabileceği, istihbarat savaşları sonucu öldürüldüğü, iyi çocukların kendi aralarında bir hesaplaşması olduğu öne sürülebilirdi.) Neyse ki böyle bir şey olmadı ve Smiçkov usulca kıyıya doğru yüzer ve kır çiçekleriyle su çiçeklerinden bir demet yapıp, ebegümeçlerinin sapıyla bağlayıp uyuyan kızın oltasına takıp oradan hemen uzaklaşır. Çiçekler su aldıkça şişer ve olta, mantarını da çekmeye başlar. (Normalde romantik yazarlar böyle bir öyküyü yazmış olsa bu hikaye bir romanın ya da çok uzun bir öykünün sonu olurdu. Ama Çehov’un hazırladığı akıbet ikisi için de korkunç olacaktır. Doğa kanunlarına aykırı olarak daha gergin bir atmosfer oluşacaktır. Ayrıca Çehov doğaya olduğu kadar kadınlara da düşkün biridir. Ama Çehov’un kadın tutkusu bizi gibi sikine indirgenmiş değildir, sikini beynin ve duygularının bir parçası haline getirmiştir.) Smiçkov hiç karşılıksız bu centilmenliği yapmanın huzuruyla karşı kıyıya döndüğünde bir de ne görsün! Elbiselerinin çalındığını… Smiçkov’a göre elbisesiz kalmak sorun değildi, asıl çıplak dolaşarak genel ahlaka aykırı davranmak büyük bir sorundur. Kontrbasın yanına çömelir, ahlak ve çıplaklık üzerine düşünerekten çare aramaya başlar. En yaratıcı fikir olarak yakında bir yerdeki köprünün altına sığınıp karanlığı beklemek oldu. Öyle de yapar. Hırsızlara küfür ede ede…(Sizi, Smiçkov’un köprü altı kaderiyle baş başa bırakıp balık tutan güzele döneceğim.)
Uykudan uyanan güzel kız, oltasının bir şeye takıldığını fark eder, elbiselerini hafif hafif çıkarır, soyunarak suya girer. Suda bir süre kalır, uyku sonrası garip bir hoşluk çökmüştür kızın ruhuna. Sabırla oltanın kancasını çiçek demetinden kurtarır ve aradan birkaç dakika geçer geçmez, mutlu mesut sudan çıkar. Ama zalim kaderin ona da bir oyunu vardır. Smiçkov2un elbiselerini çalan alçaklar bu güzel kızı da çırılçıplak bırakmışlardı. Güzel kızın da tek derdi genel ahlaka aykırı davranmamasıydı, elbise sorun değildi, zengin bir ailenin kızıydı. Smiçkov’daki sakinlik kızda pek yoktu. Çıplak halde şehre dönmeyi ölmekten beter bir şey olarak gördü. Oracıkta intihar etmeyi düşündü. Afaga ninesi aklına geldi bir an ve ölmekten son anda vazgeçip yakındaki köprünün altına sığınmaya karar verir karanlığa kadar. Smiçkov, bu davetsiz misafiri çıplak halde görünce ne mi yaptı? (Taciz etmedi, orasına burasına bakmadı, oysa kız uzun bacaklı, dolgun kalçalı, dik ve mor memeli, ince belli, yeşil gözlü, başak sarısı saçlarıyla bugün sosyal paylaşım ağlarında bize kendilerini ay parçası gibi anlatan İnternet kızlardan daha güzeldi.) Smiçkov önce kendisini kaçırmaya gelen bir su perisi sandı ama sonra, felaket sonrası yolu köprü altına düşen yetim bir kızdır diye düşündü. İkisi de birbirlerine bakıp çığlık atarlar. Güzel kız bayılır ve kendine geldiğinde Smiçkov’a yalvarır. Ölmek istemediğini, bağışlanması halinde çok para ödeyeceğini söyler. Bilinmeyen hırsızların bu iki mağduru kısa bir süre sonra birbirlerine alıştılar. Kız, Prenses Bibulov olduğunu söyledi. Karanlık bastığında kızı kontbasın kılıfı içine kor ve bibulovların konağına doğru hareket ederler. Aslında Smiçkov için bir sanat aletinin kılıfını böylesine bir durum için kullanmak sanat adına küçültücü bir davranıştı. (Size öyküyü böyle anlatmama kızmayın, Çehov öyküsünü özetlemek ona yapılacak en büyük haksızlıktır. Çehov öykücülüğünde boşluklar vardır, bunu pek önemsemez, okurun doldurması gerektiğini düşünür.)
İçinde güzel prensesin olduğu mahfazayı sırtlayarak Bibulov konağının yolunu tutarak, sırtında yumuşak bir bedenin içinde bıraktığı tatlı bir sızıyla etrafa toz sıçrata sıçrata devam eder. Ayrıca bu badireden bir prensesi kurtardığı için ödül alacağı umudu da vardır. Sokağın birine geldiklerinde ileride iki karaltı görür Smiçkov, hemen aklına bilinmeyen hırsızlar gelir. Hatta ellerinde bohçaya benzer bir şeyler görür. Smiçkov, sırtındaki mahfazayı yolun kenarına indirir ve bu iki karaltıyı kovalamaya başlar. Kovalama işine öylesine dalmıştır ki prensesi unuttu, sokak sokak hırsızları aradı. İşte tam bu sıralarda Smiçkov’un arkadaşları flütçü Juçkov ve klarnetçi Razmhaykin Bibulov’un konağına gitmek üzere rastgele oradan geçiyorlardır. Ayakları mahfazaya çarpınca kontrbas sanırlar ve alıp götürürler. Mahfaza ve içindeki prensesi konağın salonuna bırakan çalgıcılar orkestra sahnesine döndüklerinde Bibulov konağı değişik entelektüel ve müziksever nice Rus’u ağırlıyordu. Napoli’de gördükleri müzik aletlerinden bahsedenler, mızıka gruplarından söz edenler vs vs vs derken şans eseri kontrbası çalmak isteyen bir kişi ve dehşet… (Hikayenin burasını varın siz hayal edin. Çehov böyle sonları çok sever, onun öykücülüğünde okuyucuya değer vardır, bir kimseyi dağ başına kaldırır, yolu, ormanı gösterir ama dağ başında artık bir kişilik olarak kalmasını, zorluklarla baş başa ne yapması gerektiğini okurun düşüncesine bırakır. Okuyucuya her bir olayın mantığını tüm ayrıntılarıyla ortaya koymaz. Okurun zihinsel süreçlerine değer verir. Bu herhangi basit bir yaklaşım değildir, özenle yapılmış bir hekimliğin edebiyat yansımasıdır.) Prenses ve burjuva Rusları burada baş başa bırakırken dönelim Smiçkov’a… Döndüğünde prensesi bıraktığı yerde bulamayan yoksul çalgıcı deliye dönmüştür ve prensesin öldüğünü düşünmüştür. Kafayı yemek üzereyken birkaç sokağı daha arar ve tümüyle umudunu kesince, katil olarak aranmaya başlanacağını düşünerek hayata küstü. Birkaç yıl sonra aynı köye yolu düşen anlatıcıya köylüler şöyle demiştir:”Saçı, sakalına karışmış, silindir şapkalı çıplak bir adamın hala geceleri köprü civarında dolaşıp durduğunu, arada sırada köprü altından kontrbas sesinin geldiğini söylerler.”
Çehov’un yarattığı öykü tipleri öylesine hoştur ki adeta öykünün orta yerinde bir resim belirir. Roman karakteri yaratır gibi, karakterin psikolojik derinliklerine inmekten nefret eder. İşte birkaç örnek;
“Yajov, muşmula gibi buruşuk suratı sert kıllarla kaplı ufak tefek bir adamdı.”
.”Kuryatkin, yıpranmış bir ceketle eski püskü bir pantolon giymiş, kırk yaşlarında, şişmanca
bir adamdı…”
Vücudunu serin sulara gömmesiyle akşam güneşinin suya aksiyle romantik dalgalanmalara meyilli Smiçkov birkaç kulaçtan sonra nehir kıyısının dik bir yerinde güzel bir kızın oturarak balık tuttuğunu fark eder. Tüm geçmiş yaşamı bir anda gözünün önünden geçer. Açlık, yoksulluk, aşk… Sevip de evlendiği karısı flütçü Sobakin’le kaçtıktan sonra sosyal insanlığa küsmüştür oysa. Balık tutan güzel kızın uyuduğunu fark eder etmez içinden sökün sökün harekete geçen duyguları iradesi dışında depreşmeye başladı. Bir süre, kızı gözleriyle yiyerek karşısında durur. Adeta şiirlerden fırlayıp gelmiş kızlarınki gibi bir masumiyeti vardı. Beyaz bir tayf gibi siyah nehir sularında dolaşıp durmuş da günün bu anında nehir kenarında yine siyah geceyi bekleyen bir prenses misali... Smiçkov, kızın göğüslerini rüzgârdan etkilenen bir ağacın açılan bir çift yaprağına, saçlarını dere kenarı söğütlerinin sarkmış dallarına benzetir. Sihirli bir şarkılar aklına gelir Smiçkov’un bu manzara karşısında. (Smiçkov’un kız hakkında düşündüğü betimleme tümden bana aittir. Çehov asla böyle bir şey yazmadı. Ama Çehov’un öykülerine konu olan bu dürüst yoksul erkeklerin de zengin, romantik ve şatafatlı bir dünyaları olması gerektiğini düşünüyorum. Çehov, karakterlerine asla kötülük yapmadı, tüm karakterlerini sevdi, belki Tolstoy gibi kent insanının derin dünyasını yazmadı ama ömrü taşrada hekim olarak geçen bir şair yoksulluğu yerinde gördü, yazdı; bugün yaşasaydı kesinlikle nehir kenarına indirdiği kızı benim gibi betimler, bu betimlemeyi de Smiçkov’un duygularına yükleyerek onu zenginleştirirdi.) Smiçkov’un dünyası alt üst olmuştur, uzaklaşmak ister, arkasını dönüp gitmek üzereyken ona bir hediye bırakması gerektiğini düşünür. (Burası da günümüzde yaşansaydı dere kenarında çıplak balıkçı bir kızı gören nice koç yiğidin hediye bırakma isteğinden ziyade pozisyon zenginliği yaşatmak isteyeceklerinden eminim. Hatta olmadı, önce şekilden şekle sokup bir güzel düzerler, sonra da cesedini iki parçaya ayırıp dereye atarlardı. Bu cinayetin arka planıyla ilgili komplo teorisi üretilir, kızın Rum casusu olabileceği, istihbarat savaşları sonucu öldürüldüğü, iyi çocukların kendi aralarında bir hesaplaşması olduğu öne sürülebilirdi.) Neyse ki böyle bir şey olmadı ve Smiçkov usulca kıyıya doğru yüzer ve kır çiçekleriyle su çiçeklerinden bir demet yapıp, ebegümeçlerinin sapıyla bağlayıp uyuyan kızın oltasına takıp oradan hemen uzaklaşır. Çiçekler su aldıkça şişer ve olta, mantarını da çekmeye başlar. (Normalde romantik yazarlar böyle bir öyküyü yazmış olsa bu hikaye bir romanın ya da çok uzun bir öykünün sonu olurdu. Ama Çehov’un hazırladığı akıbet ikisi için de korkunç olacaktır. Doğa kanunlarına aykırı olarak daha gergin bir atmosfer oluşacaktır. Ayrıca Çehov doğaya olduğu kadar kadınlara da düşkün biridir. Ama Çehov’un kadın tutkusu bizi gibi sikine indirgenmiş değildir, sikini beynin ve duygularının bir parçası haline getirmiştir.) Smiçkov hiç karşılıksız bu centilmenliği yapmanın huzuruyla karşı kıyıya döndüğünde bir de ne görsün! Elbiselerinin çalındığını… Smiçkov’a göre elbisesiz kalmak sorun değildi, asıl çıplak dolaşarak genel ahlaka aykırı davranmak büyük bir sorundur. Kontrbasın yanına çömelir, ahlak ve çıplaklık üzerine düşünerekten çare aramaya başlar. En yaratıcı fikir olarak yakında bir yerdeki köprünün altına sığınıp karanlığı beklemek oldu. Öyle de yapar. Hırsızlara küfür ede ede…(Sizi, Smiçkov’un köprü altı kaderiyle baş başa bırakıp balık tutan güzele döneceğim.)
Uykudan uyanan güzel kız, oltasının bir şeye takıldığını fark eder, elbiselerini hafif hafif çıkarır, soyunarak suya girer. Suda bir süre kalır, uyku sonrası garip bir hoşluk çökmüştür kızın ruhuna. Sabırla oltanın kancasını çiçek demetinden kurtarır ve aradan birkaç dakika geçer geçmez, mutlu mesut sudan çıkar. Ama zalim kaderin ona da bir oyunu vardır. Smiçkov2un elbiselerini çalan alçaklar bu güzel kızı da çırılçıplak bırakmışlardı. Güzel kızın da tek derdi genel ahlaka aykırı davranmamasıydı, elbise sorun değildi, zengin bir ailenin kızıydı. Smiçkov’daki sakinlik kızda pek yoktu. Çıplak halde şehre dönmeyi ölmekten beter bir şey olarak gördü. Oracıkta intihar etmeyi düşündü. Afaga ninesi aklına geldi bir an ve ölmekten son anda vazgeçip yakındaki köprünün altına sığınmaya karar verir karanlığa kadar. Smiçkov, bu davetsiz misafiri çıplak halde görünce ne mi yaptı? (Taciz etmedi, orasına burasına bakmadı, oysa kız uzun bacaklı, dolgun kalçalı, dik ve mor memeli, ince belli, yeşil gözlü, başak sarısı saçlarıyla bugün sosyal paylaşım ağlarında bize kendilerini ay parçası gibi anlatan İnternet kızlardan daha güzeldi.) Smiçkov önce kendisini kaçırmaya gelen bir su perisi sandı ama sonra, felaket sonrası yolu köprü altına düşen yetim bir kızdır diye düşündü. İkisi de birbirlerine bakıp çığlık atarlar. Güzel kız bayılır ve kendine geldiğinde Smiçkov’a yalvarır. Ölmek istemediğini, bağışlanması halinde çok para ödeyeceğini söyler. Bilinmeyen hırsızların bu iki mağduru kısa bir süre sonra birbirlerine alıştılar. Kız, Prenses Bibulov olduğunu söyledi. Karanlık bastığında kızı kontbasın kılıfı içine kor ve bibulovların konağına doğru hareket ederler. Aslında Smiçkov için bir sanat aletinin kılıfını böylesine bir durum için kullanmak sanat adına küçültücü bir davranıştı. (Size öyküyü böyle anlatmama kızmayın, Çehov öyküsünü özetlemek ona yapılacak en büyük haksızlıktır. Çehov öykücülüğünde boşluklar vardır, bunu pek önemsemez, okurun doldurması gerektiğini düşünür.)
İçinde güzel prensesin olduğu mahfazayı sırtlayarak Bibulov konağının yolunu tutarak, sırtında yumuşak bir bedenin içinde bıraktığı tatlı bir sızıyla etrafa toz sıçrata sıçrata devam eder. Ayrıca bu badireden bir prensesi kurtardığı için ödül alacağı umudu da vardır. Sokağın birine geldiklerinde ileride iki karaltı görür Smiçkov, hemen aklına bilinmeyen hırsızlar gelir. Hatta ellerinde bohçaya benzer bir şeyler görür. Smiçkov, sırtındaki mahfazayı yolun kenarına indirir ve bu iki karaltıyı kovalamaya başlar. Kovalama işine öylesine dalmıştır ki prensesi unuttu, sokak sokak hırsızları aradı. İşte tam bu sıralarda Smiçkov’un arkadaşları flütçü Juçkov ve klarnetçi Razmhaykin Bibulov’un konağına gitmek üzere rastgele oradan geçiyorlardır. Ayakları mahfazaya çarpınca kontrbas sanırlar ve alıp götürürler. Mahfaza ve içindeki prensesi konağın salonuna bırakan çalgıcılar orkestra sahnesine döndüklerinde Bibulov konağı değişik entelektüel ve müziksever nice Rus’u ağırlıyordu. Napoli’de gördükleri müzik aletlerinden bahsedenler, mızıka gruplarından söz edenler vs vs vs derken şans eseri kontrbası çalmak isteyen bir kişi ve dehşet… (Hikayenin burasını varın siz hayal edin. Çehov böyle sonları çok sever, onun öykücülüğünde okuyucuya değer vardır, bir kimseyi dağ başına kaldırır, yolu, ormanı gösterir ama dağ başında artık bir kişilik olarak kalmasını, zorluklarla baş başa ne yapması gerektiğini okurun düşüncesine bırakır. Okuyucuya her bir olayın mantığını tüm ayrıntılarıyla ortaya koymaz. Okurun zihinsel süreçlerine değer verir. Bu herhangi basit bir yaklaşım değildir, özenle yapılmış bir hekimliğin edebiyat yansımasıdır.) Prenses ve burjuva Rusları burada baş başa bırakırken dönelim Smiçkov’a… Döndüğünde prensesi bıraktığı yerde bulamayan yoksul çalgıcı deliye dönmüştür ve prensesin öldüğünü düşünmüştür. Kafayı yemek üzereyken birkaç sokağı daha arar ve tümüyle umudunu kesince, katil olarak aranmaya başlanacağını düşünerek hayata küstü. Birkaç yıl sonra aynı köye yolu düşen anlatıcıya köylüler şöyle demiştir:”Saçı, sakalına karışmış, silindir şapkalı çıplak bir adamın hala geceleri köprü civarında dolaşıp durduğunu, arada sırada köprü altından kontrbas sesinin geldiğini söylerler.”
Çehov’un yarattığı öykü tipleri öylesine hoştur ki adeta öykünün orta yerinde bir resim belirir. Roman karakteri yaratır gibi, karakterin psikolojik derinliklerine inmekten nefret eder. İşte birkaç örnek;
“Yajov, muşmula gibi buruşuk suratı sert kıllarla kaplı ufak tefek bir adamdı.”
.”Kuryatkin, yıpranmış bir ceketle eski püskü bir pantolon giymiş, kırk yaşlarında, şişmanca
bir adamdı…”
8 Ocak 2010
Sansür
Bu yazıdan sonra kıyamet koptu ...
Değer biçmek (değer biçmek, takdir etmek) fiilinden (/ kensor /) Eski Roma'da hem nüfus hem sansür idaresi ahlak zabıtası görevi yapan bir yüksek görevlinin adı. Yaptığı işin adı Censura (/ kensura /).
Latincenin Kuzey Frengistan vilayetindekonuşulan Taşra lehçesinde bu kelimenin telaffuzu Ikibin yılda tanınmayacak derecede değişmiş. Ince sesliye bitişen / k / sesi önce / TS / sonra / s / diye söylenir olmuş. Geniz / n / sinüs bitişen / e / sesi ağzın gerilerine doğru Kaçıp / a / olmuş. / U / sesi incelip / u / halini almış. Kelime sonundaki bir dişil eki de önce / e / olmuş, sonra eriyip gitmiş. Modern Fransızca sözcük hala aslına yakın bir şekilde tenkit yazıldığı halde / sansür / diye okunuyor.
Türkçeye gazetenin icadından hemen sonra sansür de gelmiştir. Kelimenin 1.900 civarından Daha Eski örneğini bulamadım henüz, ama tahmin ederim 1865'lerde Tasvir-i Efkâr'ın hükümetle başı derde girdiğinde Babıali'de birileri "fekat bu censure'dür azizim" diye mırıldanmıştır.
*
Şimdi diyorlar ki memlekete özgürlük geldi. Doksan seneden beri tabu olan şeylerden bile artık serbestçe bahsedebilirsin.
Ama bir de ne görelim? Bu sefer başka şeyler Sansüre tabi olmuş. Orduya, Devlete, Yüce Manitu'ya İSTEDİĞİNİ söyle serbest, ama iş İlkçağ Arap mitolojisini sorgulamaya geldi mi orada dur diyorlar.
Neymiş? Allah diye biri varmış, canı sıkıldıkça kitap yazarmış ama artık yazmamaya karar vermiş, pırpır kanatlı ulaklarla birtakım hazretlere mesaj iletirmiş, o hazretlere dil uzatan maazallah çarpılırmış. Bu hikâyelere istemesen inanma diyorlar, tamam, ama inanmadığını açık açık söylemen caiz değildir. Nedenmiş? Müslümanlar alınırmış!
Doğanın boşluk kabul etmemesi gibi, bu toprakların havası mıdır, suyu mudur, özgürlük kabul etmiyor herhalde.
SEVAN Nişanyan
http://www.facebook.com/notes/sevan-nisanyan/kelimebaza-ne-oldu/237592250674 Bu linkte de Sevan Nişanyan'ın açıklaması mevcut ... Kendi ADIMA bir Taraf okuru olarak Sevan Bey'in açıklamasını baz alıyor, Taraf'ın "ülke basınının namusu" iddiasını sürdüreceğini ümit ediyorum olması. Taraf gazetesinden de bir okur olarak doyurucu bir açıklama bekliyorum. "Kelimebaz" köşesi bir hazineydi, içinde Metinler arasıllığın işlendiği en güzel köşeydi. Popülist siyasi hiçbir kaygı bu haksızlığı tam olarak izah etmez. Sevan Nişanyan'ı biz yine buluruz ama Taraf kaybedecektir. Taraf herhangi bir Misyon gazetesi değildir, biz ötekilerin, biz yurttaşların gazetesidir. Sevan Bey ile tatilde bir miktar sohbetim olmuştur, yüzünden gönlünden ve beyninden akseden tek şey "yaşanılabilir ülke yaşanılabilir dünya" kaygısıydı. Zaten Şirince Evlerindeki mekanlarında bu güveni duyuyor, bu güzel insanın emeğini görüyor, harabeden Yapıt yaratan bu Ermeni'yi sevmek için yeterince gerekçeniz oluyordur.
CENGİZ MAÇOĞLU
Destek veren bloglar: http://lektuel.net/
http://5posta.org/fekat-bu-censure% E2% 80% 99dur-azizim /
http://www.seviyesizsiyaset.com/2010/01/sansur-ve-nisanyan/
http://kenardan.wordpress.com/2010/01/08/sansurden-sansur-dogdu-sevan-nisanyan-olayi/
6 Ocak 2010
Çavuş Prişibeyev'in Adaleti

Kıyıda kum üstünde yatmış bir ceset söz konusu, cesedin nasıl kıyıya ulaştığı meçhul, bana öyle geliyor ki bu ceset zamane Rus narodniklerinden bir militana ait. Tüm hain emel sahiplerinde olduğu gibi herif asker ya da polis ya da Rusya’daki milliyetçi gençlik tarafından vurulmuş falan değil, Saint Petersburg nehrinden geçerken diğer anarşist narodnikler tarafından gecenin bir anında suya atılmıştır. Cinayet sonrası Rusların önemli fikir ve bilim insanları narodnik hareketin Çar 2. Aleksender suikastının perde arkasında zamane dış güçlerinin iç-mihrak haline getirdiği solcu-narodniklerin kendi iç hesaplaşması sonucu bu ceset kıyıya vurdu. Ertesi gün gazeteler “iç hesaplaşmada acı son, infazı dişi terörist yaptı.”gibi manşetlerle çıktılar piyasaya. İşte bu cesedi saran bunca muammayı fark eden koca kasabada bir tek kişi vardır; o da Çavuş Prişibeyev’dir. Jandarma komutanlarına haber veren köylüyü azarlar, savcılığa haber vermesi gerektiğini söyler, savcı yerine jandarmayı seçen köylülerin yüzyıllardır mürteci gibi yaşadıklarını, savcının kadı olarak bilindiğini, ülkenin korkunç bir ortaçağ karanlığına doğru gittiğini siyasetçilerden önce anlayan tek kişi de yine bu çavuştur. Bu arada polis Jegin’e hakaret etmensin nedeni de polisin, “Bu gibi işlere sulh yargıcının karışmadığını” söylemesidir. Bu sözler, çavuşun kanını beynine sıçratır. Polisin bu tip işleri hep jandarmanın üzerine atamasına gönlü el vermez, oracıkta Jegin’i tokatlar. Ayrıca polis Jegin’in “sulh yargıçlarının işi değil” demesinin altında başka manalar da arar. Güya Jegin, yargıçların Rus anayasası ve ceza hukukunu çarpıttığını falan düşünür. Devletin otoritesini kırmaya milleti açıkça davetiye çıkaran polis Jegin bu anlamda mürteci sayılabilir. Muhtemelen Kont bilmem ne diye birinin İngiltere’de kurduğu vakıftan nemalanıp oradaki kışkırtıcı fikirleri yayma görevi için para alıp işini yürütmektedir. Çavuş Prişibeyev’in bu konudaki hayatta hakiki yolu gösterici olduğuna inandığı söz aynen şöyleydi; “İnsan, budalayı dövmezse vebali kendi boynuna kalır.” Ateş yakıp çevresinde oturmanın siyasal bir anlama sahip olduğunu, yıkıcı bir tutku olduğunu mahkemede ifade eden çavuş, ateş ve ışık yakıp çevresinde şarkı söyleyenleri de ihbar etmeyi ihmal etmez: Savva Mikiforov, Pyotr Pyotrov, bir askerin dul karısı Şustrova, (Bu hatun, Semen Kliskov,adlı bir narodnikle ahlaksızca yaşıyormuş.) büyücü İgnat Sveçkov, cadı Mavra… “ İsim isim gammaz olayını yapmanın haklı gururuyla yargıcı da bunları cezalandırmaya çağırır. Bir anda, gözlükleri alnına kaldırır, yargıca gözleri fara tutulmuş tavşan misali bakar, patlak gözleri parıldar, çevresinden gelen gür kahkahalara sinirlenir, burnu kızarır ve olanca sesiyle bağırır; “Dağılın lan, toplaşmayın, kanunlarda toplaşın diye bir ifade yoktur, herkes evine bakalım.” Hikayenin sonunda yargıç, köy halkını huzursuz ettiği, köylüler arasında ayrım yaptığı, kanun adına türlü türlü fesatlıklar çıkardığı, eski bir asker olmanın avantajını kullanarak sağa sola höykürdüğü; kanun adamlığını sadece emir vermek, andıçlama yapmak, nehir kıyısına askeri malzeme atıp vatandaşı ispiyonlamak, ateşle şarkı söyleyen köylüleri “dağlı-yaratık-kıllı kadınları-hırsız çocukları-eşkıya kocaları olan İngiliz ve Alman ajanı kimseler” olarak suçladığı gerekçesiyle 1 aylık hapse mahkum etmiştir.
Bundan sonrası yine biz okurların hayal gücüne bırakılmıştır, bendeniz yine bir Çehov hikâyesinde; esnediğinde orgazm oluyormuş hissi veren, soran herkese namuslu, ahlaklı, vatansever olduğunu söyleyen, çapkın erkekleri kendi uyurken derin bir hayal alemine yönlendiren, göt çatalından beline uzanan akrep ve am tüylerinin üstünden göbeğine bir kısrak başı gibi uzanan gül dövmeleri olan bir hatun bulamamaktan yığınlarca küfür ettim. Çavuş Prişibeyev, hapis sonrası hayatında muhtemelen eski avantajlı zeminin kaydığını görünce eski askerlerin kurduğu bir partide işçiye zam, polise zam, askere yetki, eşkıyaya ölüm sloganlarının yazılı olduğu afişler asmaktadır Rusya’nın nehir kıyısı olan kentlerinin sokaklarına, duvarlarına…
Aslında bu götüne kadar betimlenmiş hatun mevzusu Çehov’un “BİR ÇALGICININ MACERALARI” adlı öyküsünde inceden ele alınmış. Orda da yazar, Prenses Ubilov, göl kenarında oturup balık avlarken ansızın uyur ve bilinmeyen hırsızlarca elbisesi çalınır. (Yani çıplak kalmış bir kadının durumunu biz yazar sayesinde değil hırsızlar sayesinde hayal ediyoruz. ) Tam hafif hafif elbiselerini çıkarıp takılan oltasını almak isterken, latif vücudu, mermer rengindeki nazik omuzları, yarısı suya gömülmüş bir prensesi bize gösterecekken yazar, o anda karakterlerini dalgaya alıp okuyucunun sinir tellerine dokunmaktadır. Prenses Ubilov ve çalgıcı Smiçkov’un garip hikayesini daha sonra anlatacağım. Ama ben o anlatımda prensesi önden, yandan, arkadan betimlemeye çalışacağım siz değerli okuyucularımın affına sığınarak, hatta prensesi webcam önüne geçirip ufak da bir striptiz şov yaptırıp yurdum erkeklerindeki yıllık salya üretimine tavan yaptıracağım. Kış ortası bile sürekli evinde soyunuk olan, yemek yapmak, tuvalete gitmek ve uyku dışındaki tüm zamanlarında eli bacak arasında sanılan çapkın bir kadın profili çizeceğim…
2 Ocak 2010
ALBAY İVANOVİÇ’İN AHLAK KUMKUMASI HATUNLARI

“Kızlar:
-Piyotr İvanoviç, bize bir şeyler anlatsanıza! Dediler. Albay, kır bıyıklarını burdu, öksürdükten sonra anlatmaya başladı. “ Çehov’un “BU O KADINDI” öyküsü böyle başlar. Albay İvanoviç, tarihin görüp göreceği en çapkın subayıdır. Her ne kadar kızlara bu hikayeyi anlattığı anda “ziftten kararmış bir çubuğa” benzese de gençliğinde tavus kuşu gibi kurumlanan, cilve yapan güzel bir delikanlı, bıyık burup sağa sola mangır savurdu mu etrafında onlarca güzel birikirmiş. (Kendini böyle anlatıyor.) Dünyalar güzeli tripleri yüksek bir gelin bile, genç subayın göz kırpıp mahmuzları şakırdatması ile bir anda çobanına itaat eden kuzuya dönmesi elde değil.(Günümüzde hala burma bıyık, mahmuzlu şövalye hayranı hatun var mıdır bilinmez, varsa bile cüzdan yoklayan bir yanını da zeki ve iş bilir kadın özelliği olarak profiline almıştır.) Fazla kadın dedikodusu yapmadan bu zampara albayımızın gençlik hallerini biraz daha deşelim. Albayİvanoviç, şimdilerde çevresindeki kadınlara hep “bayancıklarım” diye hitap eder, Rusça karşılığı nedir bilmiyorum. Gençliğinde ise “kuzucuklarım” dermiş. (Rus erkeğini hep hanzo bilirdim, şu sikinin uzunluğu sayesinde devrimi bile hızlandırmış, biz Anadolu erkeğine ergenlik dönemlerimizde ayda on defa cetvel kullanmak zorunda bırakmış, uzunluk ölçmeyi sikimiz sayesinde öğrenmişliğimizin müsebbibi Rasputin etkisi olsa gerek.) Genç İvanoviç, sineklerin örümceklere düşkünlüğü kadar “kuzucuklara” düşkündür. Hikayeyi dinleyen kızlara anlattığına göre koynuna giren Lehli ve Yahudi kadınları saymaya kalksa aritmetik yetersiz kalırmış. Kadınların Genç İvanoviç’e ilgisinin nedenleri elbette yakışıklı ve zampara olmasıyla tam olarak açıklanamaz. Yetenekli bir mazurka oyuncusu, bir alayın yaver subayı olmasını da etkisi oldukça fazlaymış. (Neden militarist aşığı yurdum kızlarının çok olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Bunun öğrenilmiş bir davranış olduğunu tahmin ediyorum, Rus hatunların ilgi duyduğu karizmayı Asya’dan Anadolu’ya taşıma kaygısı olsa gerek… Gerçi Orta Asya yaylalarından geldiğimize göre Ruslarla ortak bir genimiz var diye düşünüyorum. ) Genç İvanoviç, şimdi daha belirgin bir karakter olmaya başladı; uzun boylu, yağız, geniş omuzlu, kaytan bıyıklı, kıllı göğüslü, iri sikli; centilmen, meslek sahibi (üstelik subay), telepati avcısı, güleç iyi huylu bir Rus.(Böyle bir profile bizim İnternet sitelerindeki erkeklere bile rastlayamazsınız.) Daha sonra öğreniyoruz ki yattığı kadınların kocaları yakaladığı zaman, kadınların kocalarını bile tokatlayan bir maçoymuş aynı zamanda… (Az önce ortak gen teorimi açıklayan temel veri de bu, maçoluk… Anlaşılıyor ki İvanoviç’in dedelerinden biri Türk’tür. Çehov bunu belirtmiyor ama, gizli bir Rus kompleksinden olsa gerek.) İşte bu bin bir türlü olumlu özelliklerin yarattığı genç yaverimiz kızlara anlattığına göre zaman zaman ilçeyi dolaşır, kah yulaf arar, kah saman almaya gider, kah Yahudilerle ve Lehlilerle at satıcılığı yapar, vazifeyi bahane edip Lehli kuzucuklara randevu verir onlarla gönül eğlendirirmiş. Yine bir Noel gecesi, hava dayanılmayacak kadar soğukken, atları bile inleten dondurucu ayazda Çenstohov’dan Şevekli’ye bir vazife ile yola çıkmış. Tam ayaza ve soğuğa alışmışken ansızın tipi başlar ve beyaz bir kefen gibi her yanı sarıp sarmalar kar. Rüzgâr, karısı elinden alınmış bir Rus beyi gibi inliyor ve sürücü ile birlikte yollarını kaybederler. Gecenin o saatinde deliler gibi dolaşıp dururlar ve sonunda zengin bir Lehli olan Kont Bayadlovski’nin şatosunu buluverirler. Bu konuk sever Lehli yabancıları içeri alır sıcak yemekler ikram eder. Kont , Paris’te yaşadığı için vekilharcı Kazimir Haptisnky kabul eder. Aradam bir iki saat geçmeden Genç İvanoviç, vekilharcının karısıyla kağıt oynamaya başlamıştır bile. (Bu hikayeyi bizim Bulvar gazetesi okurlarından biri yazmış olsaydı yemek faslı olmayacaktı vekilharcının karısı direk misafirin pantolonundaki kabarıklığı fark edecek ve evin kuytu bir yerinde misafirin sikine yumulacaktı. Allahtan Çehov, az sonraki korkunç ahlaksızlığa bir gerekçe bulmuş ve biz yüksek ahlaklı okurları bu illetten kurtarmıştır.) Tabii, vekilharcının evinde yatacak oda olmadığı için Kontun şatosunda bir oda hazırlanıyor ve bu torpilli subay orda geceliyor. Şato hayaletler ve kötü ruhların yaşaması için oldukça uygun bir yermiş. Yemek sonrası şaraplandığı için oldukça neşeli bir hal almıştır. Yine de hayaletlerden biriyle karşılaşmaktansa yüz Kürt ile karşılaşmayı tercih edecek kadar da korkak. (Kürt’ü bendeniz eleştirmeniniz söylüyor, Çehov yüz Çerkez’den söz ediyor.) hikâyenin burasında enfes bir betimleme söz konusu. "Ortalığı tıkırdatan fareler, duvarlarda korkunç aile resimleri, eski zaman silahları, av boynuzları, kuruyan eşya çıtırdıları… Dışarısı ise herhangi bir ölüye Fatiha okutacak rüzgârın şiddetiyle betimlenmekte…" Boş odaları aydınlattığınız zaman Rusya’da karanlık odalardan daha korkunç oluyorlarmış. Bu korkunç uyuma eylemine bir ton da paranoya ve kuşku eşlik ediyor subayın durumuna. Pencereden giren hırsızlar, karyolanın altından çıkacak bir komünist pardon katil, rüzgarın ıslıkladığı hava boşluğundan içeriye sızan bir Kürdün sarhoşluk naraları, omzuna dokunacakmış gibi başucunda bekleyen domuz suratlı, gergedan cüsseli bir Ermeni…Kısacası sizi yatağınızdan etmeye müsait her türlü şeytani oyun… Tüm bu karmaşanın içinden terliklerin şıpşıp sesine benzer bir ses duyulur. Bir anda omzuna kuğu kuşunun tüyleri yumuşaklığında bir çift el dokunur. Sesinin tonu sabah ötüşlü bir serçenin sesi kadar huzur verici… Sıcak nefesiyle genç İvanoviç’in yanağını okşar, kulak memesini ısırır, elleriyle olmadık oyunlar oynar. İvanoviç, bu Lehli kuzucuğa sarıldığı an kalıba dökülmüş gibi ince, sıcak Tanrı’nın on yılda bir sipariş üzerine yarattığı bir kadın belini fark eder. Bir süre daha halvet ederler huşu içinde. Bir gece daha şatoda bu olay yaşanır. Albayın anlattığına göre aşk olmasaymış hayalet korkusuyla oracıkta ölürmüş. İki gecelik bu aşk üçüncü gün yerini genç subayın kadını terk etmesine bırakır. (Bu Çehov denen hınzırın bir de böyle bir özelliği var, biz okurlar tam da bu tip aşklarda entrika, bilmem bin bir türlü oyun beklerken ansızın o aşkı yarım bırakır benim gibi okurlardan bol bol küfür duyar. Bir de erkekler sikine kadar betimlenirken, “kuzucuklar, bayancıklar” romantik ifadelerle ya tavusa, ya serçeye ya da kuğuya benzetilir, öylece bırakılır, en iyi ayrıntı bel olur, kadının dudaklarından, kalçasından, meme ve göt simetrisinden haberdar olmayız.)
Albay Piyotr İvanoviç’i dinleyen kızlar işte bende de beliren bu sabırsızlık ve aymazlıkla sorarlar:”Eee, sonra?”Albay, yanıtlar,”Ertesi gün yola çıktım.” Kızlardan biri yine sorar:” Peki o kadın kimdi?” Albay,” Karımdı” der. Kızlar, arı sokmuş gibi aynı anda tepki verdiler. “Çok vicdansızsın, nasıl olur karın olur?” Albay, “O gece, Şevikli’ye karımla birlikte gittim.”der. Kızlar hayal kırıklığına uğramış serçeler gibi mırıldanıp durdular. Albay, “Demek, siz benimle sikişen kadının karım değil başka bir kadının olmasını istediniz. Tamam, gerçeği söylüyorum vekilharç denen herifin karısıydı.”
Kızlar neşelendi, gözleri pırıl pırıl yandı. Albaya daha çok sokuldular, bir yandan kadehlerine şarap dolduruyorlardı.
Böylece ahlaksızlığın ne güzel bir olgu olduğunu anlamış oldum ben. İşin gerçeği, genç subayın karısından söz etmesi beni de epey kırdı, hayal kırıklığına uğrattı, üzdü. Gerçeği öğrendiğimde de çok sevindim, belki kızlar gibi kırıtmadım ama hayalime bir an aldatabileceğim bir kadın getirmedim desem yalan olur.
29 Aralık 2009
SEMERKANT, DÜNYANIN GÜNEŞE DÖNÜK EN GÜZEL YÜZÜ

"Bir anne adayı, sokakta hoşuna giden bir yabancıya rastlarsa, yiyeceğini elinden alma cesaretini gösterebilmeliydi. Böylece doğacak çocuk, onun kadar yakışıklı, onun gibi ince, uzun boylu; onun kadar soylu ve düzgün hatlara sahip olacaktı." Elinden kestanesi çalınan bu yakışıklı, Ömer Hayyam'dan başkası değildi. 1072 yazında Semerkant'ın Tütüncüler Meydanı'nda hamile bir kadın Hayyam'a yaklaştı tek bir söz söylemeden, çocuksu dudaklarından tek bir gülümse olmadan Hayyam'ın ellerinden birkaç kestaneyi kapıverdi.
Amin Maalouf'un 1988'de yazdığı "Semerkant" romanını okudukça Eski Türk kentlerini güçlü betimlemeler sayesinde izliyor hissine kapılıyorsunuz. Sokağın birinde aşırdığı elmayi göğsünde tutan bir çocuk, şehrin merkezinde bir meyhane, Çuhacılar Çarşısı'nda kandil ışığı altında süren bir tavla oyunu, İplikçiler geçidindeki çeşmeye eğilmiş yüzüne su deren bir katırcı, Tütüncüler Meydanı'nda şarap içtiği için bir grup serseri tarafından linç edilmek istenen İbn-i Sina 'nın talebesi Uzun Cabir... (Cabir, düşüncelerini açıkça dile getirdiği ve felsefe konusundaki duyarlılığından ötürü günlerce hapis yatmış, meydanda falakaya çekilmiş bir Buhara aydını aynı zamanda ...)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
self determinasyon,öz yönetim
20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen
self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları
hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk
ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür
öz yönetimin gerekçesi
Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin
Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin
uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil,
etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Reel Politik
Osmanlı Leaks
Pages
öz yönetimin tarihi
Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları
gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.