Son günlerde
yaşanan çatışmalı süreçte bir daha görüldü ki başbakanımızın ve iktidar
partisinin özgürlüklerini kısıtlamaya yönelik “Batı tandanslı, ahlaksızlar” merkezli anayasal baskı ve mahalle baskısı var. Mesela başbakanımız, ulusumuzun geleceğini tehlikede
görüyor. Bunu her fırsatta dile getiriyor. Sanırım Türk
nüfusunun azaltılması gibi bir insanlık suçunu tüm uluslararası devlet kurumları,
sivil toplum dernekleri, insan hakları kuruluşları, basın örgütleri MOSSAD ve
KCK’nin başını çektiği istihbarat ve
silahsız örgütler planlı ve sinsi bir çalışma olarak yürütüyorlar. Başbakanımızın düşüncesini ifade etme hürriyetini kısıtlıyorlar. Bunu yaparken
içerideki komprador, işbirlikçi, hain kişi ve kurumları seçiyorlar. Zaten bu
hainlerin geçmişi araştırılsa bir şekilde 2.göbek Lenin’e, Trocki’ye 3.göbek
bir başka Yahudi olan Marx’a çıkar. Elbette başbakanımızın sinirli, öfkeli hali
eleştirilecek bir durumdur. Ama Tanrı aşkına BDP’nin çıkıp Kürtlerin temel hak
ve özgürlüklerinden söz etmesinin yanında bu patlamaya hazır bomba gibi görüntü
veren başbakanımızın suratının ne önemi olabilir ki? Tarihte, başbakanının ağzı
köpürüyor, salya sümük azınlık partisine saldırıyor diye hangi millet yıkılmış?
Ama açın Alman tarihini okuyunuz, kürtaj yaptıkları için ikiye bölünmüşler.
30 Mayıs 2012
25 Mayıs 2012
En Çok Dokunulan İsim: Oscar Romero
1979 ilkbaharında El Salvador Başpiskoposu Oscar Arnulfo Romero,
Vatikan’ı ziyaret etti. Papa II. Jean Pul ile bir görüşme ayarlamak için rica
etti, yalvardı, yakardı:
- -
Sıranı bekle.
- - Söz veremeyiz.
- - Yarına gel…
En sonunda
kutsanmak için sıraya girmiş olan insanların arasına karışarak Kutsal
Efendisine sürpriz yaptı. Ve onun birkaç dakikasını çalabildi. Rapor, fotoğraf
ve tanıklıklardan oluşan kalın bir dosyayı ona teslim etmek istedi, ama Papa bu
isteği geri çevirdi.
- - Benim bu kadar şeyi okuyacak vaktim yok.
Bunun üzerine
Romero, binlerce Salvadorlunun askeri güçler tarafından yapılan işkenceler ve
işlenen cinayetlere maruz kaldığını, bunların arasında çok sayıda Katolik ve
beş papazın bulunduğunu ve sadece dün, yani görüşmenin arifesinde, ordunun 25
kişiyi katedralin kapısında delik deşik ettiğini kekeleyerek dile getirdi.
Kilisenin şefi
sertçe onun sözünü kesti:
- - Abartmayın sayın Başpiskopos!
Görüşme kısa bir
sürfe daha sürdü. Aziz Petrus’un mirasçısı istedi, talep etti, emretti:
-
Sizler hükümetle iyi geçinmek zorundasınız. İyi Bir
Hıristiyan yetkili otoriteye sorun yaratmaz! Kilise barış ve uyum istiyor!
Bu görüşmeden on
ay sonra Başpiskopos Romero, San Salvador’daki küçük bir kilisede kurşunlanarak
öldürüldü. Kurşun, ayinin tam ortasında, kutsanmış ekmeği havaya kaldırdığı an
onu yere serdi.
Papa, Roma’da
cinayeti kınadı.
Ancak canileri
kınamayı unuttu.
Yıllar sonra
Cuscatlan Parkı’nda sonsuza kadar uzayan bir duvar iç savaşta ölenleri
hatırlatır. Siyah mermerin üzerinde beyazla oyulmuş halde binlerce insan ismi
vardır. Ama bir tek Başpiskopos Romero’nun isminin üzeri aşınmıştır. İnsanların
parmakları aşındırmıştır o mermeri!
Aynalar, Eduardo
Galeano
Bu yazıyı
özellikle bu dönemde alıntılamamın bir sebebi genelde Kürtlerin temel hak ve
taleplerine, özelde Roboski katliamı karşısındaki Türk din insanlarının,
özellikle entelektüel insanlarının tutumlarıdır. En büyük “hizmet” insanı
Amerika’dan ordusuna yola gelmeyen Kürtlerin kökünü kurutmanın emirlerini veriyor,
en entelektüelleri Türkiye’den AKP iktidarından bir asr-ı saadet temsili
çıkarma apolojisinde. Kürdistan’da İslami duyarlılıkları yüksek birçok imam bu
devletin kontra rejimince öldürülmüştür. Tıpkı El Salvador’da, Nikaragua’da,
Uruguay’da öldürülen Cizvit Rahipler gibi… Şimdi doğru soru şu: Siz yerli II.
Jean Paul’un temsilleri mi olacaksınız yoksa Oscar Romero’nun şahsında
somutlaşan evrensel dindar mı olacaksınız? Romero’nun askerlere talimatı: “Üstleriniz size, ‘İnsanları öldürünüz!’
talimatı verdiğinde siz, ‘Tanrının öldürmeyeceksiniz’ emrini hatırlayınız.” Herhangi bir dine mensup olmasam da Tanrının
modern insan aklıyla örülmüş bu vampir devlet ve onun kurumlarını koruyup
kollayacağına inanmadığımı belirtmek isterim. Buna tüm içtenliğimle inanıyorum.
23 Mayıs 2012
Guatemala’nın Roboski’si
İki Kez Ölen Piskopos
Hatıralar müzelerde tutsak edilmiş ve dışarıya çıkış
izinleri yok. Piskopos Juan Gerardi, Guatemala’daki terör soruşturmasını
yönetti. Piskopos, bin kişinin tanıklıklarına dayanan bin dört yüz sayfa tutan
sonuçları, bir 1998 ilkbahar gecesi, katedralin avlusunda açıkladı. Ve şöyle
dedi:
- - Gayet iyi biliyoruz ki bu yol hatıraların yolu,
tehlikelerle doludur.
İki gece sonra, kafatası taşlarla parçalanmış halde kendi
kanının üzerine uzanmış olarak bulundu. Sonra ne sihirdir ne keramet kanlar
yıkandı ve izler silindi. Bazı itiraflar dolaştı ortalıkta, ama bunlar daha
ziyade kafa karıştırmaya yönelik açıklamalardı. Ve bütün bunların ardından
cinayeti içinden çıkılmaz bir labirente dönüştürmek için devasa bir uluslararası
operasyon başlatıldı.
Ve piskoposun ikinci kez ölümü bu şekilde
gerçekleşti. Bu kirli göreve avukatlar, gazeteciler, yazarlar ve kiralık
kriminologlar iştirak ettiler. Her gün yeni suçlular ve yeni hikayeler uyduruluyor, daha iki yüz bin cinayetin sorumlularının cezadan muaf pozisyonlarını garanti
altına almak için kurbanın vücudu hakkında yığınla namussuzluk iftirası ortaya
atılıyor ve bunlar ortaya çıktıkları hızla hemen kayboluyorlardı:
-
Aşçı yaptı.
-
İdareci yaptı
-
Kilisenin önünde
yatan ayyaş yaptı.
-
Kıskançlık
yüzünden oldu.
-
Kafayı parçalamak
ibneler arasında tipik bir öldürme yöntemidir.
-
İntikam içindi,
bir papaz onu tehdit ediyordu.
-
O bir
papaz ve köpekti.
-
O bir
orospu çocuğuydu, kızıldı.
-
O….
Aynalar, Eduardo Galeano…
Faşizm ve çete rejimleri dünyanın her tarafında bu tip şerefsizliklerle
ayakta kalır. Bizdeki karşılığı Roboski katliamından sonra Taraf gazetesinden
Emre Uslu, Mehmet Baransu ve avanesidir. Melih Altınok’tur, Hilal Kaplan’dır,
ruhat Mengi’dir, Ayşenur’udur vs vs vs ... Ranya katliamını binbir gerekçeyle
Türk ordusu ve onun amiri hükümetinden soyutlama çabasındaki Ahmet Altan’dır,
Halil Berktay’dır… Aydınlık gazetesidir, onun 3.sınıf ulusalcı eşkıyalardır…
Sözcü’dür, Hürriyettir, Milliyet’tir…
Bütünüyle Kürtler üzerinde
terörist gerçekliklerini deneyen soytarılar ve ağababalarıdır.
Etiketler:
çeteler,
eduardo galeano,
faşizm,
soytarılar
22 Mayıs 2012
Galeano’dan Sovyet Devrimi ve Devrimcileri Öyküleri
Aleksandra
Aşkın içtiğimiz su
gibi doğal ve temiz olması için özgür ve paylaşılır olması gerekir, ancak erkek
boyun eğme talep ederse zevki yadsır. Yeni bir ahlak anlayışı ve günlük hayatta
radikal bir değişim olmadan, tam serbestlik yaşanamayacaktır. Eğer toplumsal
devrim yalan söylemiyorsa yasalar ve gelenekler nezdinde erkeğin kadın
üzerindeki mülkiyet hakkını ve yaşamdaki çeşitliliğin düşmanı olan katı
normları ortadan kaldırmalıdır.
Bir kelime eksiği bir kelime fazlasıyla Lenin
hükümetindeki tek kadın bakan olan Aleksandra Kollontay’ın talepleri bunlardı. Onun
sayesinde homoseksüellik ve kürtaj suç olmaktan, evlilikse ömür boyu çekilmek
zorunda kalınan bir ceza olmaktan çıktı. Kadınlar oy kullanma hakkı, ücretlerde
eşitlik, parasız çocuk bakımevleri, ortak yemekhaneler ve kolektif
çamaşırhaneler elde ettiler.
Yıllar sonra Stalin
devrimin kafasını uçurduğunda Aleksandra kellesini korumayı başardı ama bir
daha o Aleksandra olamadı…
Stalin
Anavatanı olan
Gürcistan dilinde yazmayı öğrendi, ama papaz okulundaki rahipler onu Rusça
konuşmaya mecbur ettiler. Yıllar sonra Moskova’da, Kafkasya’nın güneyine özgü
aksanı fark ediliyordu. O dönem Ruslardan daha Rus olmaya karar verdi. Aslen Korsikalı
olan Napolyon Fransızlardan daha Fransız olmamış mıydı? Ve aslen Alman olan Rus
Kraliçesi Katherine Ruslardan daha Rus olma mışmıydı? İosif Dzhugashvili
kendisine bir Rus ismi seçti. Adı çelik anlamına gelen Stalin oldu. Çelik adamın
oğlunun da tabi çelikten olması gerekiyordu. Stalin’in oğlu Yakov çocukluğundan
itibaren ateşe ve buza maruz kaldı, çelik darbeleriyle şekillendi. Ama bütün
bunlar bir işe yaramadı. O, annesine çekmişti. Ve on dokuz yaşında artık daha
fazla dayanacak gücü kalmamıştı, tetiği çekti. Mermi onu öldüremedi. Hastanede göslerini
açtı. Yatağın ayakucunda duran babası onun yaptığını şöyle yorumladı:
-
Bunu bile beceremiyorsun.
Fotoğraflar: Halk düşmanları
Moskova Bolşoy
Tiyatrosu Meydanı, Mayıs 1920
Lenin, Polonya
ordusuna karşı savaşmak üzere Ukrayna cephesine hareket eden Sovyet askerlerine
nutuk çeker. Kalabalığın üzerinde
yükselen podyumda Lenin’in yanında günün diğer konuşmacısı Lev Trocki ve Lev
Kamanev bulunmaktadır.
G.P Goldshtein’in
fotoğrafı komünist devrimin uluslararası bir sembolüne dönüşür. Ancak birkaç
yıl sonra Trocki’yle Kamanev hem fotoğraftan hem de hayattan silineceklerdir.
Onları fotoğraftan
silip yerlerine dört tahta basamak koyanlar rötüşçuydu, hayattan silenler ise
cellatlar…
Stalin Döneminde Engizisyon
İsaac Babel yasaklı
bir yazardı. Şöyle diyordu:
-
Ben
yeni tarz icat ettim: Sessizlik…
1939’da tutuklandı,
ertesi yıl yargılandı. Duruşması 20 dakika sürdü. Devrimci gerçekliği çarpıtan
küçük burjuva bakışının hakim olduğu kitaplar yazdığını itiraf etti. Sovyetlere
karşı suçlar işlediğini itiraf etti. Yabancı casuslarla konuştuğunu da…
Yurtdışı yolculuklarında Trockistlerle görüştüğünü söyledi. Yoldaş Stalin’i
öldürmek üzere hazırlanan bir komploda haberdar olduğunu ama bunu ihbar etmediğini
itiraf etti. Ülke düşmanlarının etkisi
altında kaldığını itiraf etti.
İtiraf
ettiği her şeyin uydurma olduğunu da itiraf etti. Aynı günün gecesi onu kurşuna
dizdiler. Karısı bunu on beş yıl sonra öğrendi.
Aynalar, Eduardo Galeano
20 Mayıs 2012
Umursamama Unutmanın Akrabasıdır
Osmanlı İmparatorluğu lime lime dağılıyordu ve kabak Ermenilerin başında patladı. Birinci Dünya Savaşı'nın sürdüğü sırada hükümet tarafından zemini hazırlanan bir can pazarı Türkiye Ermenilerinin yarısının hayatına mal oldu
Yağmalanan ve yakılan evler,
aç susuz yollara saçılan gariban kervanları,
köy meydanında gündüz vakti tecavüze uğrayan kadınlar,
nehirlerde yüzen insan cesetleri...
Açlıktan, susuzluktan ya da soğuktan ölmeyenler bıçak ya da kurşundan gittiler. Ya da darağacını boyladılar. Ya da dumandan zehirlendiler: Türkiye'den kovulan Ermeniler, Suriye Çöllerinde mağaralara kapatıldılar ve dumanla boğuldular. Bu olay Nazi Almanya'sındaki gaz odalarının habercisi gibi bir şeydi.
Yirmi yıl sonra Hitler, danışmanlarıyla Polonya'nın işgalini planlamaktaydı. Hitler, operasyonun artılarını ve eksilerini tartarken bazı protestoların olacağını ve uluslararası alanda biraz gürültü koparılacağını kabul ettikten sonra, bunların çok uzun sürmeyeceğinin garantisini verdi. Bu savını bu soruyla güçlendirdi:
- Bugün Ermenileri hatırlayan var mı?
Aynalar, Eduardo Galeano, sayfa 307-308
13 Mayıs 2012
Kürtlerin Self Determinasyonu ve Egemenlik Haklarına Dair
Self Determinasyon:
Bu kavram, Avrupa’da birçok halk hareketinin ulusal hareketlere dönüşmesinden
sonra 17.yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır. Daha önce Tarihte
Özgürlük Bildirileri başlığı altında kısa alıntılarla tarihçeyi anlaşılır
kılmıştım halk hareketlerinin. http://cengizchefikir.blogspot.com/2012/02/tarihte-ozgurluk-bildirileri.html bu linkteki yazımda kısmen değinilmiştir.
Genel Tanımlar:
1. Bir
etnik dil ya da din grubunun ulusal egemenlik kurma amacıyla var olan ulusal
sınırlar içinde bir araya gelerek bağımsızlık, özerklik gibi yeni bir sosyal, siyasal ve kültürel coğrfayada kurumlaşması demektir.
2. Federal
sistemdeki bir yapının federasyondan koparak bağımsız, “egemen” devlet olma yolundaki
sınır ve siyasi düzenlemesi olarak anlaşılabilir.
3. Yalnızca
bir egemen devlet içerisinde yaşayan etnik, dilsel bir grubun egemen-devlet hakkından feragat
ederek daha geniş bir otonomiyle belli bazı demokratik haklar elde ederek
devlet oluşturmaksızın bu hakkı kullanabilmeleri durumu…
Kavram, özellikle liberal demokrasilerin ulusal sorunların çözümüne dair anahtar bir
kavramıdır. Wilson deklarasyonu bunun en bari örneği. Stalin’in Marxizm ve Milli Mesele kitapçığında bir doktrin halini
almış ve ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı diye sosyalist öğretide formülize edilmiştir. Bu yönlü yaşanan Marxizm içi tartışmalar daha çok
tekniktir. Bu arada Stalin’in bu meseleye bakış açısı 1913 menşeilidir. İktidarı
dönemindeki sıkıntılar da şimdilik konumuz dışındadır. Sovyet sisteminin
Finlandiya ve Ukrayna sorunlarını çözme yöntemi bu çerçevededir. Wilson
ilkeleri ve Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusundaki görüşleri
ise 20.yüzyılın en büyük demokratik kazanımları sayılabilir. Amerika ve benzeri
devletlerin emperyalist paylaşım emelleri bu gerçeği değiştirmez. Bu, başka
bir tartışma konusu. 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyeti, self-determinasyon ilkesini benimsemiş ve Polonya, Macaristan, Çekoslovakya bu
haktan yararlanmışlardır. 1917 yılında Rusya’dan ayrılan Finlandiya Sovyet
Devriminden sonra Lenin’in ilkeleri doğrultusunda referanduma gitmiş ve tam
egemen devlet statüsü kazanmıştır.
2.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, yani 1
eylül 1939 yılında Almanya’nın Polonya’yı işgal etmesiyle Amerika ve İngiltere
işgal ve ilhaka uğrayan ulusların egemenlik hakları olduğunu Atlantik Beyannamesi'nde belirteceklerdir. şurada ( http://www.turkermanga.net/konugoster.asp?id=28467 ) Ulusların özgür
iradesi olmadıkça sınır değişikliği yapılmayacak ve her ulus özgür koşullarda
istediği hükümeti seçecektir, ilkeleriyle Faşizmin dünyayı işgal etme
girişimlerine karşı kesinkes tavır koymuşlardır. ( Bu arada 1921 yılındaki
İrlanda sorununu da Churchill İrlandalı militanlarla görüşerek çözme yoluna
gitmiştir. Büyük kusurları olmasına rağmen İrlanda bir siyasi statüye kavuşmuş,
serbest seçimler için zemin oluşmuştur.) Birleşmiş Milletlerin savaş sonrası,
1945 yılında yayınladığı antlaşmada ulusların ve halkların self determinasyon
haklarına saygı özellikle 55. Maddede belirtilmiştir. Bu savaştan sona
halkların öz yönetimi anlamına gelen self determinasyon hakkını Tunus, Fas,
Cezayir BM antlaşmasının 55.maddesine
dayanarak kullanıp egemen devlet olmuşlardır. 1960 yılında BM genel kurulu, “Bütün
halkların self determinasyon hakları vardır, bu hak sayesinde siyasi statülerini
serbestçe belirler ve özgürce kendi sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmelerini
sağlamaya çalışırlar.” maddesiyle önceki atıflara oranla daha demokratik bir
ilke benimsenmiştir. 1960 sonrası tüm uluslararası sorunlarda bu ilke hukuksal
belirleyicilik kazanmıştır.
De
Facto Devlet:
Gerçkete, uygulamada ya da fiili olarak kendi kendisini yöneten halkın kurduğu ama
BM tarafından egemenlik hakkı “henüz” tanınmayan devlet demektir.
De
Jure Devlet: Uluslararası
sözleşmelerden doğan haklarını hukuki veya yasal olarak kullanan devlet demek.
Bugünkü Kürdistan Bölgesel yönetimi ( Kurdistan Regional Government,
KRG) 1970 yılında Saddam Hüseyin yönetimiyle Kürt gruplar arasında yapılan
özerklik anlaşması sonucu ortaya çıkmış devletsel bir yapıdır. Daha sonra tam
bağımsızlık savaşı için mücadele eden KDP ve YNK Saddam rejimine karşı sert bir
direniş göstermiş, Halepçe katliamıyla Kürdistan, Irak’ın işgaline maruz
kalmıştır. Ortadoğu’daki Körfez Savaşı’ndan sonra BM ve Amerika’nın uçuş yasağı
kararından sonra 1992 yılında özerk Kürdistan yeniden inşa edilmeye başlanmıştır.
2003 Irak-Nato savaşından sonra Saddam rejimi tüm sonuçlarıyla yıkılınca
Kürtler, bölgede federal de facto bir
duruma geçtiler. Bugün ise Güneyli Kürtler tam bağımsızlığı tartışıyorlar. Eğer
Federal Kürdistan’a yönelik Irak devletinin tutumu değişmezse hem 1970’lerdeki
özerklik anlaşmasına hem de Montevideo Konvasiyonuna dayanarak de jure bir
devlet ilan edilebilir. Bunun için konjonktürel durumun olgunlaşması
gerekecektir.
Kuzey Kürdistan yani en yumuşak deyimle
Türkiye Kürdistanı ise güneydekinden farklı bir mücadele deneyimine
sahiptir. Kürt isyanlarının kanlı bastırılması sonucu tüm Kürtlerin sosyal, kültürel ve
ekonomik haklarının gaspı yanı sıra özgür siyaset yapma hakları da TC’nin
anayasal baskısı sonucu ellerinden alınmış ve tarihte eşi görülmemiş bir
asimilasyona tabi tutulmuşlardır. PKK, bağımsızlık hedefiyle ortaya çıkmasına
rağmen dönemsel pardigmalara göre belli siyasi yönelimlere gitmiş federalizm,
özerklik statülerine razı konuma gelmiştir. Bağımsızlık hakkı korunmak şartıyla
mücadeleyi alabildiğince politikleştirme gayretindeki PKK, demokratik özerklik
çıkışıyla uluslararası reel meşruiyete uygun koşullar yarattı. PKK’nin ve
Öcalan’ın resmi asimilasyon yasaları dışında sığındıkları tek yasa 1921
anayasasıdır ki statü ve egemenlik haklarını bu yasaya dayandırmıştır. Aslında 1921
anayasasının Kürtler açısından tek olumlu özelliği Türkiye tanımıdır. Henüz
Kürdistan’a doğu ve gneydoğu bölgesi denmemiştir. Türk, Türklük tanımları
anayasaya girmemiştir. Türkiye Devleti ve Türkiye vilayetleri tanımı vardır. Kürdistan sorunu kesinlikle
Osmanlı döneminde vilayet ötesi bir sorundur ve bölgeseldir. Kürtlerin Montevideo
Konvasiyonuna sunacakları bu durum BM’yi uyandırabilir. Kuzeyli Kürtlerin hali
hazırda ilan ettikleri Demokratik Özerklik var. Bu kuzey halkının iradesini de jure olarak Türk meclisine de facto olarak Demokratik toplum
Kongresine yansımıştır. Kürt halkının büyük çoğunluğu PKK’nin işaret ettiği
partilere oy verir. Bunun dışındaki tartışmalar tekniktir. Demokratik özerklik,
federal sistem herhangi bağımsız devletleşmeyi reddetmediği gibi demokrasiyi
örgütleyerek devletleşme sürecini başlatma ise belki de dünyada ilk demokratik
toplum modelini ortaya çıkaracaktır. Sınıfsal olarak burjuva ya da bir işçi
devleti değil toplumun değişik sınıf ve sosyal katmanlarının katılımını esas
alacak bir sistem… Devletleşme hakkı ise “Her hakkı saklıdır.” şeklinde okunabilir.
Benim Cemil Bayık’ın tezlerinden anladığım bu. Hasan Bildirici veya değişik
Kürt grupları ne anladı bilmiyorum, kendilerine Montevideo Konvasiyonunu
okumalarını ve devletlerin Web sitelerinde kurulmadığını hatırlatırım.
Montevideo
Konvasiyonu Temel İlkesi: Bir ulusun devlet kurma hakkı toprak, halk, hükümet
ve diğer devletlerle diplomatik, ekonomik, siyasi ilişki kurabilme yeteneğine
bağlıdır. Kürtler açısından sadece hükümet sorunu var. PKK’nin girişimiyle 1992
yılında Kürdistan Ulusal Meclisi sürgünde kurulmuş ama diğer Kürt gruplarının
tasfiyeci rolü bu girişimi başarısız kılacak daha sonra Kongre Gel şeklinde bir
örgütlenme modeline gidilmiştir. Demokratik Toplum Kongresi ise bu açığı ülke
içinde kapatma gayretindedir. Yapılması gereken ana gövdesini BDP geleneğinin
oluşturduğu bu de facto özerk modeli desteklemektir, demokratik katılımla
geliştirmektir, dindarından, liberaline, soyalistinden ekolojistine kadar…
Yazıyı geliştirme adına yorum yaparsanız
sevinirim. Hem teknik hem içerik tartışması olarak yürütülebilir.
10 Mayıs 2012
Twitter “Delik” Gözetleyiciliğine Cevaben
1. Toplumsal ve tanrısal ahlakı reddeden biri olarak bu
konudaki tüm ahlaki zırhlar benim için yok hükmündedir.
2. Koşulsuz özgürlüğün bir yönü de kişinin duygusal,
zihinsel ve fiziksel olarak tümden birey olma fikriyle yaşadığıma inanan biri
olarak bu konuda yapılacak her türlü ahlaki yargılamayı gülünç buluyorum.
3. Toplumsal projelendirmenin düzen içi yeniden ürettiği “devlet
için, millet için, halk için, falan grup için, falan parti için doğru, ilkeli,
ahlaklı yaşamayı” kesinkes elimin tersiyle itiyorum. “Ahlaksız” biri olarak
herhangi bir konuda politik fikir üretme, benimseme, yayma özgürlüğümü de
sonuna kadar kullanıyorum. Bundan gocunanların tekeline değer, ahlak, vicdan
gibi kavramları bırakıyor, onların ulvi
amaçlarına ulaşmaları en büyük dileğimdir!
4. Kişisel olarak doğal bulduklarımı yaygın toplumsal
inanışlar, ahlaklar, zırhlar farklı bilir. Beni bağlamaz. Çok eşliliği, eşcinselliği,
belki daha uç cinsel yaşantıları olağan ve doğal buluyorum. Duygusal yetkinlik,
zihinsel olgunluk olması kaydıyla “gönüllü,
karşılıklı, rızaya dayalı” olması şartıyla her türlü yaşantı bana evlenmek,
çocuk yapmak, su içmek kadar doğal geliyor. Buradan dedikodu üretip sağa sola
ahlak satmak da sizin tekelinizde olsun. Sizi yasalar, tanrı, güçlüler, toplumlar
koruyor… Bol şanslar
5. Yaşadıklarımı öykü, deneme, roman gibi kurmaca metinlerde
tümden gerçek hayatın varlıklarından (ad, gerçek kişi vs. ) soyutlayarak
anlatırım. Genelde yazılı metinlerde bunu yaparım. Bunun dışında kimseye bir
şey anlatmadım. Bunu düşünmek bile incitici, rahatsızlık verici… Artık
başkasının yatak odasını, bilgisayarını “ahlaki deliklerinizden izlemeyi
bırakını” derim. Bunun size bir katkısı yok. Kişilik problemlerinizi Lermontovc
üzerinden tamir tadilat edemesiniz…
6. En itici davranış tarzı, “Senin hakkında böyle bir şey
söylendi bana” tavrıdır. Kimden duyduysan onunla hal et. Benle ilgisi ne? Duyduğun
şahıs benim Çakal Krlos, Trocki’nin reenkarnasyonu olduğumu
da iddia edebilir, Rocco Şifredi’nin de… Seni herhangi bir şekilde inandırma
derdim yok. İnanırsın benle iletişimin varsa kesersin. Ha benimle iletişim geliştirmek
istiyorsan öncellikle “delik” gözetleyicisinin ağzının payını vermen gerekecek.
Bu dedikoduları yayanlara genelde ağır küfürler ediyorum. Bu da benim
yetmezliğim...
7. Kariyer planımda anaakım Türk medyasının herhangi bir
vasıtasında çalışmak gibi bir hedefim yok. Bu yönlü duyduklarınızın hepsi birer sanrı. Hedeflerimi
bazı dostlarla paylaşmışımdır. Bazı yeteneklerimin olduğunun farkındayım, nasıl
kullanacağıma ben karar veriyorum.
8. Çoğunuzun sıkıcı özel iletişim biçimlerinden sıkılınca
bu, diğer fikirlerinizi önemsiz bulduğum anlamına gelmez. Özel iletişimi
kesmenin bin bir biçimi vardır ve çoğu pedagojik yöntemlerdir. Ben de bildiğim
kadarıyla uyguluyorum.
5 Mayıs 2012
Jean Paul Sartre’nin “Yeryüzünün Lanetlileri, Frantz Fanon” kitabının ön sözünden bazı bölümler:
Bu ön sözün tamamı çok değerli fikirler içeriyor kuşkusuz. Ben kısa ve birbirinden kopuk bazı bölümler aldım. Türkiye'de hala Kürt şiddetini her türlü çarpıtmaya açık şekilde devletin denklemlerine uygun açıklayanlar var. Şiddet eleştirisinden ziyade kendi sömürgeci kibrini kıran doğal, haklı bir patlamayı terör sayan Berktaygiller, Altangiller, Oğurgiller, Özdil-Özkökgiller, Eyüp Cangillere...
“Bu işe
yaramaz bıktırıcı sözler ve mide bulandırıcı taklitlerle boşuna zaman
harcamayalım. Ağzından insan sözünü düşürmeyen, ama her rastladığı yerde, kendi
sokaklarının her köşesinde, dünyanın her yerinde insanı katleden bu Avrupa’yı
terk edelim. Sözde ruhsal macera uğruna Avrupa tüm insanlığı boğuyor.
Edit: Sartre’nin bu
değerlendirmesinden Türk devleti ve Türk coğrafyası muaf değildir.
O halde
bu kitabı neden fırlatıp atmıyoruz diyeceksiniz. Bizim için yazılmamışsa neden
okuyalım ki? İki nedenle: Birincisi, Fanon sizi kardeşlerine açıklıyor ve
onlara bizi kendimize yabancılaştıran mekanizmayı gösteriyor; bundan yararlanın
ve gerçeğin ışığında kendinizi nesnel olarak görün. Kurbanlarımız bizi kendi
yara ve zincirlerinden tanıyor ve kanıtı çürütülmez yapan gerçek de bu.
Kendimizi ne hale soktuğumuzu kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize
göstermeleri yeterli. Fakat bunun bir yararı var mı? Evet, çünkü Avrupa ölümün
eşiğinde. Fakat diyeceksiniz ki, biz anavatanda yaşıyor ve onun aşırılıklarını
onaylamıyoruz. Bu doğru, siz sömürgecilerden değilsiniz, fakat onlardan daha
iyi değilsiniz. Çünkü öncüler sizdendi; onları deniz aşırı ülkelere yollayan
sizdiniz, onlar da sizi zenginleştirdiler. Çok fazla kan dökerlerse onlara
sahip çıkmayacağınız yolunda uyarı yaptınız. Fakat sahip çıkmamanız şuna
benzer: Her devlet diğer ülkelerde ajitatörler, ajan-provokatörler ve casuslar
besler, fakat yakalandıklarında onlara sahip çıkmaz. Bu kadar liberal ve bu
kadar insancıl olan, kültüre bu kadar abartılı ve yapmacık bir ilgi duyan siz,
siz sömürgeleriniz olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların
katledildiğini unutmuş görünüyorsunuz. Fanon yoldaşlarına -özellikle fazlasıyla
Batılılaşmış olanlara- anavatan halkının sömürgelerdeki temsilcileriyle
dayanışmasını anlatıyor. Bu kitabı okuma cesaretini gösterin, çünkü ilk anda
sizi utandıracaktır ve Marks'ın dediği gibi utanç devrimci bir duygudur. Görüyorsunuz,
ben de öznel yanılsamalardan kendimi kurtaramıyorum; ben de size, "Herşey
bitmiş, ancak..." diyorum. Bir Avrupalı olarak düşmanın kitabını çalıyor
ve bu kitaptan Avrupa için bir kurtulma, çaresi yaratıyorum.
Böylece
büyücü ve fetişlerin devri bitecek; savaşmak zorunda kalacaksınız, yoksa
toplama kamplarında çürürsünüz. Bu diyalektiğin sonudur; bu savaşı
yargılıyorsunuz, fakat gene de Cezayirli savaşçıların yanında olduğunuzu
söylemeye de cesaret edemiyorsunuz; hiç korkmayın; sömürgecilere ve paralı
askerlere güvenebilirsiniz; onlar sizi ite kaka götürürler. Sonra belki
sırtınız duvara dayandığında, eski, sık sık yinelenen suçlarla içinizde büyüyen
bu yeni şiddetin dizginlerini sonunda bırakırsınız. Fakat, hep derler ya, bu
başka bir hikaye: insanlığın tarihi. Bu tarihi yaratanların saflarına
katılacağımız zamanın yaklaştığına eminim.”
4 Mayıs 2012
Karanlığın Haydutları: Ali Kırcalar, Doktorlar, Polisler, Aydınlar
Yıllar önce
Kürdistan’ın herhangi bir yerleşim birimine hangi amaçla gelirse gelsin bir tapu
memuru ya da bir jandarma mutlaka Kürt köylüleri tarafından kuzu, koyun veya
keçi kesilerek karşılanırdı. En kötü ihtimalle yörenin en lezzetli
yemeklerinden ikram edilir, selam ile konuk edilirdi. Şehirlerde de durum
farklı değildi. Daha kibar yöntemlerle, daha incelikli davranışlarla Türk
devlet memuru ile esnaf, öğrenci, yerli memurlar arasında bu ilişki örülürdü.
Devletin memuru ile yoksul ya da zengin Kürt yurttaşlar arasındaki bu ilişki “resmi
ve gayri resmi” aydın çevrelerce “Anadolu
konukseverliği, Müslüman hoşgörüsü, yoksulların feodal babacanlığı” gibi afili
nitelemelerle ifade ediliyordu. Oysa Kürdistan’daki bu durum ne konuk
severlikti, ne babacanlıktı, ne de hoşgörüydü. Bir şekilde problem yaşamış
köylünün devletin memurundan işkence görmemesinin rüşvetiydi. Türkçe derdini
ifade edemediği için jandarmaya,
polise, savcıya, doktora, yargıça, gazeteciye sadece kötü muamele görmemesi
karşılığında Kürt yoksulları onlara ikramlarda bulunuyor, tanrılara sundukları
gibi kurban sunuyorlardı. Çocuğu Türkçe konuşamadığı için ailesi,
öğretmene bile süt, yumurta, et ikramında bulunurdu ki çocuk dayak yemesin,
hırpalanmasın, hor görülmesin. Sorunlar bu ikramları aşan düzeyde oldu mu bu
defa sözünü ettiğim sömürgeci memur-aydınlar, “Bırakınız, içlerini döksünler,
havlayan köpek ısırmaz.” şeklinde psikolojik yönlendirmelerle idari ilişki
geliştiriyorlardı. Kürt hareketinin silahlı olarak ortaya çıkmasından sonra
sömürgeci aydın-memur (Kürdistan’da bu
aydınlar, hakim, savcı, yargıç, doktor, subay, polis, öğretmen ve benzerleridir.)
Kürt işçisinden, Kürt köylüsünden harekete ilgi duyan çocuklarını ihbar
etmesini ve bunun karşılığında “işkence
yapmama” garantisi veriyordu. Doktorların önemli bir kesimi dünyanın diğer
yerlerinde yerlilere nasıl davranıyorsa Kürtlere de öyle davranıyorlardı. Henüz
bir istatistik yapılmamıştır, ama iddia ediyorum yapılsa derdini Türkçe
anlatmaya çalıştıkları için (Kürtçe
anlatmaları yasaklandığından) çok sayıda yurttaşın ciddi sağlık
sorunlarıyla yaşadığı görülecektir. Belki binlerce, belki onbinlerce… Her
birimiz Türk eğitim sisteminin birer neferi olma yarışıyla başladığımız okulda,
Türkçe bilmediğimiz için defalarca dayak yemişizdir. Hakarete uğramışızdır,
sağlık çalışanlarına derdimizi anlatamadığımız için hasta dönmüşüzdür
evlerimize. Türk metropollerinde aşağılanmışızdır. Bu durum aynı hızla devam
ediyor. Kürt tarafı, siyasi, sosyal ve askeri hareketi sayesinde sömürgeci bu
davranışlara artık kolektif irade olarak karşı koymayı öğrendi. Bugün bu karşı
koyuş bu sömürgeci davranış sahiplerini öylesine zor durumda bırakmış ki
kibirleri yerle bir oldukça Kürtlere yönelik daha kötücül düşmanlıklar
geliştirme yoluna gidiyorlar. (Roboski,
Kortek katliamları, Kürt çocuklara tecavüz, daha nice baskı) Kürtleri
dinsel davranışlarla sınamak isteyen “devlet-imam”
tutumundan tutalım, onların sanat bilgi ve birikimlerinin olmadığını
televizyonlarda teşhir etme heyecanı yaşayan aşağılık TV sunucularına,
Kürtlerin sosyalist fikirleri ancak Türk aydın ve devrimcilerinden
öğrenebileceklerine inanan bir yığın hanzo-kaba maço solcuya, devlet-birey
ilişkisinde liberal yaklaşımları Kürtlere öğrenmeye kalkışan hödük
Türkçü-milliyetçi liberallere kadar geniş bir alana yayılmıştır. Kibri Kafdağı’nda
değil götünde olan bu psikolojik süreciyle Türk aydınlanmacılığı, her geçen gün
daha zavallı bir konuma düşüyor: Her konuda çuvallayan Ali Kırcalarıyla, bir vekilimizden yediği
tokadı devlet-millet-meslek gururu yapan doktorlarıyla, tüm engellemelere
rağmen çocuklarının cenazelerini inadına savunan kadınlara, gençlere öfke duyan Melih Altınoklarıyla, evrensel
normlarda ancak bir karakol olabilecek üniversiteleri Türklük ve devletçilikle
yüzleşme okuluna çeviren öğrencilere nefret saçan rektörleriyle, devletin imamlarına karşı açık
alanlarda kendi “mele’leriyle” yaptıkları ibadetlere tepki duyan başbakanlarıyla her gün biraz daha
geriliyor bu modern dönemlerin “apartheid” haydutlukları…
Sartre, Yeryüzünün Lanetlileri kitabına
yazdığı ön sözde şöyle der: “Ey
Avrupalılar, Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra bir ateş çevresinde
toplanmış yabancıları göreceksiniz. Yaklaşın ve onları dinleyin. Sizin acentelerinize
ve paralı askerlerinize layık gördükleri yazgıyı tartışıyorlar.” Bugün de bu karanlıklarda ateşin çevresinde
gördükleri Kürtleri yıllar önce zombilere benzeten Türklerin, bir başka şafağın
doğacağı bu yeni karanlıkların zombilere dönüşmemesi için artık ölülerini,
öldürdüklerini uzaktan izleyip birilerine bela okumak, diğerine lanet okuma gibi ırkçı politik alışkanlıkları terk etmeleri elzemdir..
Cin fikirli Müslüman, solcu, sağcı, liberal
aydınlar 80’lerin subayca, doktorca, polisçe, savcıca, öğretmence davranışlarınızı terk
etme zamanı gelmedi mi? Kürt sorunu aynı zamanda siyasi, sosyal, ekonomik sorunların ötesidir. Sizin zombi psikolojilerinizin dayattığı davranışların ortaya çıkardığı şiddet sürecidir de... Vekil tayin eden polislerinizin,
hasta tedavi etmeyen doktorlarınızın, Kürtçe öğretmeyi dünyanın sonu sayan öğretmenlerinizin
gördüğü muameleyi ben trajik buluyorum ama ... O tokadın büyüğü
devletinize atılmalıydı, o küfrün en alası hakimiyet kibrinize yapılmalıydı...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
self determinasyon,öz yönetim
20. Yüzyılda uluslararası hukukun en önemli kavramlarından birisi haline gelen selfdeterminasyon, dünya toplumunda yeni bir yapılanma ve tanımlama süreci başlatmıştır. Kavram, günümüz dünyasının siyasi haritasının belirlenişi ve bundan sonra geçirmesi muhtemel değişikliklere ilişkin olarak sıkça söz konusu olmaktadır. Önceleri siyasi bir ilke olduğu düşünülen
self-determinasyon kavramı hem BM 1966 İkiz Sözleşmeleri, hem BM Genel Kurul Kararları
hem de uluslararası hukukun diğer aktörlerinin kararlarıyla hukuki bir hak haline dönüşmüştür. İlk
ifade edilmeye başlandığı dönemlerde sadece sömürge yönetimi altındaki halklara tanınması öngörülürken Yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğindeki federe cumhuriyetlerin de selfdeterminasyon hakkından yararlanarak ayrıldıkları görülmüştür
öz yönetimin gerekçesi
Self-determinasyon fikrinin gelişmesine 20. yüzyılda bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kurucusu olan Vlademir I. Lenin, diğer taraftan Birleşik Devletlerin
Birinci Dünya Savaşı sırasında başkanı olan Woodrow Wilson katkıda bulunmuştur. Lenin eserlerinde “ulusların Self-determinasyon hakkı” kavramınıortaya koymuş, bir ülkenin veya yerin ilhakının “bir ulusun Self-determinasyon hakkının ihlali” olacağını belirtmiştir. Bunun yanında Lenin, self determinasyonun ayrılmayı da kapsamakta olduğunu belirtmiştir. Hatta ilkenin
uygulanma yöntemlerinden birincisi bu yoldu.Wilson ise arasında “Selfdeterminasyon” kelimesi tam olarak geçmese de altı tanesi Self-determinasyon ile ilgili 14 ilke ilan etmiştir. Konuşmalarında savaştan yenik çıkan milletlerin, küçük milletlerin ve sömürge altındaki halkların da kaderini tayin hakkı olduğunu ifade ederek, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil,
etnik kaderini tayin ilkesine dayandırılması gerektiğini vurgulamıştır.
Reel Politik
Osmanlı Leaks
Pages
öz yönetimin tarihi
Kavramın ilk kullanımı 1581 yılında Hollanda’nın İspanyol krallarının kendilerine karşı zulüm yaptıkları
gerekçesiyle İspanya’dan bağımsızlığını ilan etmesiyle olmuşsa da 18. yüzyılın ikinci yarısına yani 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesine kadar bir gelişme gösterememiştir. 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Amerikan halkı dış bir yönetim, yani İngiltere tarafından idare edilmeye razı olmayacağını bildirmişlerdir. Bunun sonucu olarak ulusal self-determinasyon talebiyle ortaya çıkan ilk sömürge halkı olmuşlardır.